Dünyanın en saygın uluslararası mühendislik meslek örgütü IEEE, veri biliminde altyapı ve dağıtılmış veri yönetimine yaptığı yenilikçi katkıları için, 2022 yılı Toplumsal Altyapı İnovasyonu Ödülünü, Kanada’daki Waterloo Üniversitesinde görevli Prof. Dr. Tamer Özsu’ya verdi. ODTÜ’de endüstri mühendisliği okurken bilgisayarlara ilgi duyup bu alana yönelen, 1970’lerde PTT’nin ilk bilgi işlem merkezini kuran ekipte yer alırken dünyada bile yeni yeni keşfedilen veri tabanı teknolojileriyle tanışıp doktorasını bu alanda yapan Prof. Özsu; 50 yıldır sürdürdüğü araştırmalar, yaptığı keşifler ve yetiştirdiği binlerce öğrencisiyle, dünya çapında veri biliminin temel taşlarını döşeyen bilim insanlarından birisi olarak gurur kaynağımız oldu. Prof. Dr. Tamer Özsu ile Talas’ın taş merdiveninden, yapay zekâ, makine öğrenmesi gibi konularla günümüzün en önemli alanı hâline gelen veri bilimine uzanan yaşam öyküsünü, anılarını ve çalışmalarını konuştuk.
Tamer Hocam, öncelikle biraz gerilere giderek başlasak... Nerede doğdunuz, ailenizi ve çocukluğunuzu geçirdiğiniz dönemi biraz anlatabilir misiniz?
1951 yılında Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinde doğdum. Babam, merkezi Tavşanlı’da olan Garp Linyitleri İşletmesinde memurdu. Personel ve insan gücü konularında birtakım görevlerde bulundu; son olarak da Personel ve İnsan Gücü Müdürlüğü görevini yaptı. Annem ev kadınıydı. İki oğlan kardeşiz; kardeşim Temel, benden iki yaş küçüktür. Makine mühendisi olarak Balıkesir’de kendi makine fabrikasını işletiyor. İlkokulu Tavşanlı’da okudum, İstiklal İlkokulunda. Beş yıl aynı hocayla geçirdim; Rıza Hoca, soyadını hatırlayamıyorum. O zamanlar çoğunlukla bir öğretmen bir grup öğrenciyi birinci sınıftan alır, beş yıl okutur, mezun ederdi. Çocukluğumun genellikle mutlu ve eğlenceli geçtiğini hatırlıyorum. İşletmenin idari binaları ve lojmanları bir sitenin içindeydi. Sitenin dışına çıkmamak koşuluyla annemin bizi epey serbest bıraktığını hatırlıyorum. Bahçelerde epey meyve ağacı vardı; vişne ve armut ağaçlarını iyi hatırlıyorum, onlara tırmanıp yerdik. Normal bir çocukluktu.
Talas gelişiniz ve sonrasında TAC’ye gidişiniz nasıl oldu? Aklınızda kalan ve sizi etkileyen neler var?
Talas’a 1962’de girdim. 1966 yılında Talas’ı bitirince Tarsus’a geçtim; 1970’te de Tarsus’u bitirdim. Talas’tan mezun olan son gruptan bir önceki sınıftaydım; okul 1967’de kapandı yanlış hatırlamıyorsam. Tavşanlı’dan Talas’ta okuyan öğrenciler vardı benden önce: Ahmet ve Ali Eriş kardeşler, Mehmet Kasım, Hayrettin Ergun ve kuzeni Sırrı Ergun. Dolayısıyla, Talas benim ve ailemin bildiği bir okuldu. Hazırlık sınıfına başladığımda, Ahmet orta sona, Hayrettin, Mehmet ve Ali orta ikiye, Sırrı da orta bire gidiyordu; en küçük bendim. Talas ve Tarsus’la ilgili anım çok, diğer bütün arkadaşlar gibi. Hâlâ bu hatıraların mavrasını atıyoruz. Benimki çoğunlukla uzaktan oluyor tabii. Ama bir iki şey geliyor aklıma; belki ilginçtir. Ben Talas’ta hazırlığa başlayınca kampüsteki her şey çok ilgimi çekti, anne ve babamın kontrollerinden serbestliğe kavuşmaktan da biraz fazla yararlandım. Dolayısıyla dersler arka plana geçti, notlar da berbat tabii. Tam zamanını hatırlamıyorum, ama galiba Kasım ayı sonları gibi, babam bana bakmaya geldi – o zaman Tavşanlı-Kayseri arası kolay gelinen yol değil, iki gün tren yolculuğu, arada bir gece de Ankara’da kalarak. Hocalarla konuşup benim notların berbatlığını öğrenince, durumumu tahmin edebilirsiniz. Çok kısıtlı maddi olanaklarla beni Talas’a göndermişlerdi, ben şimdi resmen saçmalıyordum – babam okuldan alıp götürmeyi bile düşünmeye başladı ya da beni korkutmak için söylemişti, ama o yaşta ayırt edemiyordum tabii. Hikâyenin benim için önemli tarafı, o zaman Okul Müdürü olan Mr. Robert Keller’in babama bir önerisi oldu. Her sabah dersler başlamadan önce, yarım saat toplu çalışma zamanı vardı; hazırlık sınıfının bu saatine Mr. Keller girerdi. Her sabah benim o gün için yapılması gerekli ödevlerimi kendisinin kontrol edeceğini ve o yıl sonuna kadar deneme yapmayı önerdi. Tabii, babam sevinerek kabul etti, ben de Mr. Keller’dan utancımdan işi ciddiye almaya başladım. Sadece yazılı ödevlere bakmazdı, benimle İngilizce de konuşurdu; bir süre sonra daha rahat anlar ve konuşur olmuştum. Notlar da yavaş yavaş düzeldi. Sonunda ikmale kalmakla beraber, sınıfı geçtim. Birkaç yıl önce bir mesajlaşmamızda kendisine bunu hatırlatmış, benim okul hayatımda önemli ve olumlu bir dönüşüme araç olduğunu söylemiştim. Tabii hatırlamadı, ama hikâye hoşuna gitti galiba; “Make sure you pay it forward with your students” diye öğüt verdi. Talas’tan çok anı var, ama bir tane daha aklıma geldi. Hazırlık bitip, orta bire başlayınca aşağıdaki yatakhane kompleksine geçilirdi. Okul bitene kadar orada yattık. Akşamları toplu çalışma saatinden sonra, hava karanlığında, 141 basamak merdiven iner, araba yolundan bir kilometre kadar yürür, yatakhaneye varırdık. Sabahları da diğer yönde seyahat. Kışları Talas’ın karı bilinen şey, yürüdüğümüz yol da karla dolardı. Sabah 06.30’da geçen belediye otobüsü iki tekerlek izi kadar yol açar, biz de o tekerlek izlerinden tek sıra olarak yürürdük – ta ki yoldan başka bir araba gelinceye kadar; o zaman yana bir adım atıp karların içine girer, arabanın geçmesinden sonra yola devam ederdik. Kar bütün gün ezilip sertleşince, derslerden sonra aynı yolda kızak kaydığımızı da hatırlarım, yokuş aşağı olduğu için epey hız kazanırdı.
Tarsus’tan unutamadığınız anılar
var mı?
Tarsus’taki anılar ve maceralar tabii biraz değişik nitelikli, yaşımız dolayısıyla. Benim mezuniyet sınıfının belirleyici anısı, hindi olayıdır. 1968 yılının sonbaharında -lise 2’deyim o yıl- Thanksgiving zamanında okuldaki hocalar ya da idare, tam emin değilim, bir sürü hindi almışlar, Thanksgiving’e kadar besleyecekler, ondan sonra da yiyecekler. Hindiler her gün okul içinde dolanıyorlar. Bu, bizim sınıfın zoruna gitti, zaten yemeklerden şikâyet ediyorduk ve bir plan yaptık. Bir gün akşam iki toplu çalışma saati arasında, bir kısmımız hindilerin tutulduğu kümese girip 4-5 hindiyi yastık kılıflarının içine koyup, duvardan atlayıp tanıdığımız bir lokantacıya götürüp emanet ettik. Tabii olay büyüdü ama sonuçta pek bir şey olmadı; bir süre sonra lokantacıya pişirmesini söyledik ve bizim sınıf ziyafet çektik. Olay, o yılın yıllığına da girdiği ve üzerinden de 55 yıl kadar geçtiği için sanırım bahsetmekte sakınca yoktur. Daha çok anı var Tarsus’tan: Ders sonrasında dışarıya çıkılıp alınan gazeteler okunduktan sonra okul bahçesindeki ateşli politika tartışmaları… 1960’lar bütün dünyada öğrenci hareketlerinin patladığı dönemdi, bunun bize de yansıması oldu tabii… Lise 1’de akşam toplu çalışma saatinden sonra ışıkların kapanma zamanına kadar yatakhane hocamız John Snyder’ın lojmanında onun Amerika’dan getirdiği en güncel müzik plaklarını dinlememiz, Haydar Hoca’nın derslerindeki hayat dersleri, Penyamin Hoca’nın odasındaki sohbetler gibi anılar çok...
TAC’de Student Council Başkanlığı da yapmışsınız...
Evet, ben lise sonda Öğrenci Birliği Başkanlığı yaptım. O zaman seçimler olurdu bu görevler için… Ben başkanlığa seçildim. Yönetici Grubu arkadaşlarla bu işi ciddiye almaya karar verdik ve Okul Müdürü Mr. Robeson’dan bize bir oda vermesini istedik. Bize hem oda verdi hem de içine masa, sandalye ve daktilo makinesi koydu. Biz işi biraz daha ileriye götürüp antetli kâğıt bastırdık “TAC Öğrenci Birliği” diye. Dayımın basımevi vardı, ondan istedim, bizden para falan almadan yaptı. Biz bu antetli kâğıtlarla ikide bir Mr. Robeson’a istemlerimizi ileten memolar yazardık, yemekler şöyle olsun, okuldan izinli çıkma koşulları şu olsun, vb. Mr. Robeson hiçbir zaman bizi küçük görmedi, her memo’dan sonra bizimle görüştü. İstediklerimizin çoğunu yapmadı, ama bizi dinledi. Yemekler için bir ara boykot yaptığımızı da hatırlıyorum; ondan sonra haftalık yemek menüsü hazırlayan gruba bir öğrenci temsilcisi eklendi.
Echo’70 yıllığında, son yılınızda Hollanda’da okuyacağınız yazıyor. Hollanda’ya gittiniz mi? Üniversite eğitiminize nasıl devam ettiniz?
Hollanda hikâyesi ilginç. Spor hocamız Mr. Romer Hollandalıydı. Benim, Tuncay Sergen ve rahmetli Ali Obakan’la yatakhane başkanlığı yaptığım yatakhanenin hocasıydı. Yaş olarak da bizden çok yaşlı değildi. İyi arkadaş olduk; bir grup lise son öğrencisiyle akşamları onun odasında sohbet ederdik. Konu nasıl açıldı hatırlamıyorum, ama bir gün bana “Hollanda’da okumayı düşünmez misin” diye sordu. Belki de orada olan grubun hepsine sordu da sadece ben bu olanağa olumlu yanaştım, heyecanla üstüne atladım desem daha doğru. Yardım etti, başvuruları yaptım, Eindhoven Teknik Üniversitesinden kabul aldım. Para işini nasıl halledeceğimi sorunca, eniştesinin o şehirde yaşadığını ve belki onun evinde ucuza kalabileceğimi söyledi; eniştesi de kabul etti. Hatta bir iş buluncaya kadar ilk altı ay ücretsiz kalabileceğimi belirtti. İlk yılı halledecek kadar parayı bulması için babamı razı ettim – hâlâ o parayı nasıl bulduğunu bilmiyorum. Ama her şey hazırdı ve ben Eylül başında Hollanda’ya gitmek üzere havalarda uçuyorum. Tabii üniversite sınavları da gereksizdi benim için, herkes harıl harıl bu sınavlara hazırlanırken ben Hollanda’ya gitmeyi planlıyordum. Ne yazık ki plan yürümedi. 1967 yazında Türk Lirası büyük bir devalüasyona uğradı, babamın ayarladığı para hiçbir şeye yetmeyecek duruma geldi. Tabii benim Hollanda macerası da o yaz öldü. Beni kurtaran, o yıllarda ODTÜ’nün sınavlarının diğerlerinden ayrı ve daha geç olmasıdır. O sınavlara kadarki bir buçuk-iki ay ölümcül derecede çalıştım ve ODTÜ Endüstri Mühendisliğine girdim.
Bilgisayar ve teknoloji alanına ilginiz nasıl başladı? Yurt dışına gitmeye ne zaman, nasıl karar verdiniz?
ODTÜ’de endüstri mühendisliği okurken bilgisayar dersi almak gerekiyordu. O zaman üniversitedeki sistem IBM 360/40 idi. Program ve veriler kartlara deliniyor, kart destesi operatöre teslim ediliyor, 24 saat sonra da gidip çıktı alınıyor. Bilgi işleme konusu benim hoşuma gitti, sanırım çok sistematik ve planlı düşünmeyi gerektirdiği için; şimdi buna algoritmik düşünme diyoruz. Ben ve çok iyi sınıf arkadaşım Ajlan Şay, her seçmeli dersimizi bilgisayardan almaya başladık. Bir noktada bölüm, “yeter artık, geri kalan seçmeli derslerinizi başka konulardan seçeceksiniz” dedi. Biz de bilgisayar derslerini fazladan aldık, mezuniyet için gereken ders sayısından fazlasıyla bitirdiğimizi hatırlıyorum. Yani bilgisayar konusuna kayışım lisans okuduğum sırada başladı. Üçüncü sınıfın yazında ise stajımı Sümerbank Bilgi İşlem Merkezinde yaptım; oradaki bilgisayar daha da küçüktü, IBM 360/20. ODTÜ Endüstri Mühendisliğini 1974’te bitirdim, part-time yüksek lisans çalışmasına başladım aynı bölümde. Bir taraftan da çalışmaya başladım, 1975-76 yıllarında PTT bilgi işlem grubu kurmuştu, orada çalışıyordum. Grupta benim sınıftan bir arkadaş ve ODTÜ elektrik mezunu birkaç arkadaş vardı. Bu grup PTT’nin ilk bilgisayar merkezini kurdu, bina inşasından, ilk uygulama planlarına kadar. Benim üzerinde çalıştığım bir uygulama istihbarat servisi idi. Birinin ismini verip telefon numarasını ya da telefon numarasını verip ismini buluyordum. Birkaç başka arama işlemlerinin de desteklenmesi gerekiyordu. O zamanki teknolojiyle bu problemi çözmek sorunluydu. Aynı anda aldığım bir yüksek lisans dersinde, yeni keşfedilmiş olan veri tabanı teknolojisi işleniyordu. O ders benim kafamda bir ışık yanmasına yol açtı. Elimizde veri tabanı sistemi olsa, benim uygulamayı bir günde bitirebileceğim açıktı. Benim asıl ilgimi çeken, birilerinin bu konuyu araştırıp böyle bir teknolojiyi keşfetmiş olmasıydı. Dersin hocası, OECD kanalıyla ziyaretçi profesör olarak Michigan’dan gelen Dr. Raymond Fadous’du. Onunla konuştum, yüksek lisans tezimi bu konuda yapmak istediğimi söyledim. Yılın sonunda ABD’ye döneceğini söyledi, ama en önemli tavsiyesini hiç unutmadım: “This is a club and the cost of entry is a PhD” dedi. Bu konuda yurt dışında doktora yapma fikrinin o zaman oluştuğunu söyleyebilirim. 1976’da United Nations Industrial Development (UNDP) programının Sanayi Bakanlığı ile ortaklaşa yürüttüğü bir projede çalışmaya başladım. Bu kapsamda beni üç ay Viyana’ya UNDP Genel Merkezine gönderdiler. Oradayken, veri bilimleri konusunda yeni başlamış olan bir uluslararası konferansın o yıl Brüksel’de toplanacağını öğrendim ve gitmek için başvurdum, onaylandı. O yıl bu konferansın daha ikincisiydi; hâlâ devam ediyor ve bu konferansta ben de yıllar boyunca bir sürü makale yayınladım. Orada, bu disiplinin kuruluşunda öncü rol oynamış bir sürü kişi ile tanışma olanağım oldu. Toronto Üniversitesinden bir profesör, orada doktorasını yeni bitiren Prof. Esen Özkarahan’ın ODTÜ’ye döndüğünü, onu bulup tez çalışmamı onunla yapmamı önerdi. Esen Hoca doktoraya gitmeden ders veriyordu ODTÜ’de ve ben ikinci sınıfta ondan ders almıştım. Türkiye’ye dönünce Esen Hoca’yı buldum ve isteğimi ilettim. Esen Hoca beni yüksek lisans öğrencisi olarak kabul etti, onun Türkiye’ye döndükten sonraki ilk öğrencisiydim. Bu arada çalışmaya devam ediyordum. Üstelik evlendim. Yani o yıllar tam “multitasking” ile geçti. TÜBİTAK’ın yurt dışı doktora burs sınavına girdim ve kazandım. Ondan sonra üniversite araması başladı ki, o da sorunluydu zira lisans derecem bilgisayar değildi. 1978 başında bir oğlumuz oldu; lojistik iyice karmaşıklaştı ama bir şekilde hallettik. 1979 Ocak ayında ben tek başına ABD’ye geldim, eşim ve oğlum baharda geldiler. 1983’ün Mart’ında da Ohio State Üniversitesinden doktora derecemi aldım.
Hocam, bilgisayar mühendisliği, veri bilimi, veri yönetimi, büyük veri, veri madenciliği, makine öğrenmesi, yapay zekâ... Birçoğumuzun birbirine karıştırdığı alanlar, konular… Veri bilimini nasıl tanımlayabiliriz?
Veri bilimi konusuna ilgi son zamanlarda çok arttı, ama ne yazık ki konunun tanımı ve kapsamı konusunda belirsizlik söz konusu. Ben bu konuda son yıllarda epey araştırma yaptım ve konuya nasıl yaklaştığımı kısaca anlatabilirim. Veri bilimini, büyük veri (big data) kümelerinin analizi ve araştırması (exploration) yoluyla teknik ya da toplumsal sorunları çözme bilimi olarak tanımlayabiliriz. Buna dördüncü bilim paradigması diyenler de var; birincisi görgül kanıtlara dayalı, yani gözlemlemeye (empirical evidence), ikincisi bilimsel teori (scientific theory) oluşturulmasına dayalı, üçüncüsü hesaplamaya dayalı bilim (computational science) ki simülasyon yoluyla sorunların incelenmesidir. Dördüncüsü de veri bilimi. Veri biliminde kullanılan büyük veri kümelerinin nasıl tanımlanabileceği konusu da sorunlu, ama dört nicelikle belirlenmesi olanaklı: Veri kümelerinin miktarı, çeşitlilik, hız ve doğruluk. İngilizce’de bunlara “Four V’s - volume, variety, velocity, veracity” deniyor. Bu kapsamda, veri bilimi dört ayak üzerine oturur. Birincisi veri mühendisliği (data engineering); verinin kaynaklarının bulunması, uygun veri kümelerinin seçilip entegre edilmesi, verideki sorunların ve yanlışların temizlenerek analize hazır hale getirilmesi sorunlarıyla uğraşır. İkincisi veri analizi (data analysis); istatistiksel ve makine öğrenmesi yöntemleriyle veride gizli olan desenlerin bulunması ve yeni içgörü elde edilmesi. Üçüncüsü veri güvenliği ve gizliliği (data security and privacy); adından açıkça anlaşılacağı gibi verinin çeşitli tehditlerden korunması ve izinsiz kullanımdan korunması konularıyla ilgilenir. Dördüncüsü ise veri etiği (data ethics); verideki ve kullanılan algoritmalardaki ön yargıları engelleme konusuyla ilgilenir.
Bir veri bilimcinin (data scientist), diğer bilim alanlarında veya iş dünyasındaki yeri gelecekte nasıl olacak? Örneğin bir genetik uzmanı veya astrofizikçi yeni keşifler yapabilmek ya da ürünlerinin satışını artırmak isteyen bir girişimci öneri sistemi kurmak için veri bilimcilerle mi çalışacak?
Veri biliminin ileride önemli bir disiplin olacağı kesin. Bundan 20 yıl kadar önce New York Times gazetesinde bir makale yayınlanmıştı, başlığı “Bütün bilim dalları bilişimdir” idi (All Science is Computer Science). Abartılı bir başlık doğal olarak, ama yazarın savunduğu görüş, eskiden yapılması olanaksız bir sürü çalışmanın artık bilişim kanalıyla yapabileceği, hatta eskiden laboratuvarda yapılan bir sürü deneyin artık bilgisayarda simülasyonla daha kolay becerilebildiğiydi. Yani daha önce sözünü ettiğim üçüncü bilim paradigmasını, hesaplamaya dayalı bilimi (computational science) anlatıyordu. Bugün bunun ilerisine geçtiğimiz kesin; dolayısıyla dördüncü bilim paradigması olarak veri biliminin önümüzdeki dönemde hem toplumsal hem de bilimsel birçok sorunu çözmek için ağırlıklı kullanılacağından kuşkum yok. Dolayısıyla önü açık bir konu. Önümüzdeki dönemde birçok konu uzmanının- sizin sözünü ettiğiniz genetik uzmanı ya da astrofizikçiler dahil olmak üzere- veri ile çalışma yeteceğini kazanması ve veri ile çalışmakta duyabilecekleri çekinceleri yenmeleri gerekli. Benim gibi veri bilimi temel teknolojileriyle uğraşanların da bu gibi uygulama alanlarını bir ölçüde anlaması ve konu uzmanlarıyla konuşup çalışabilecek yeteneği kazanması gerekli.
Veri bilimi uygulamaları olmadan veri madenciliği, makine öğrenmesi, yapay zekâ gibi alanlarda doğru sonuçlar elde etmek mümkün mü? Yani “önce veri yönetimi” en kritik konu haline geldi diyebilir miyiz?
Bir ölçüde olanaklı. Belirttiğiniz bu teknikler, veri bilimi bir disiplin olarak ortaya çıkmadan önce de uygulama alanı buluyorlardı. Ama, potansiyellerinin tam olarak kullanılıp kullanılmadığı tartışma konusu. Daha önce bahsettiğim ve veri biliminin dört ayağından biri olan veri mühendisliği -ki sizin “önce veri yönetimi”nden bunu kastettiğinizi sanıyorum- bu uygulamaların etkinliğini arttırıyor. Bilgisayar bilimlerinde çok kullandığımız bir söz vardır: “Çöp içeri, çöp dışarı (garbage in, garbage out)”. Yani modeliniz ne kadar iyi olursa olsun, eğer girdi bilginiz beterse, alacağınız sonuç da pek yararlı olmaz. Veri mühendisliği, bir anlamda, bu tekniklerde kirli girdi kullanılmamasını sağlar. Dolayısıyla, bu tekniklerin tam potansiyelle kullanılmaları planlı veri bilimi uygulamalarıyla olanaklı diyebiliriz.
Veri biliminin etik yönü hakkında neler söylemek istersiniz? Örneğin büyük verilerden öğrenen yapay zekâların ortaya çıkardığı tıbbi, sosyal, ekonomik veya hukuksal kararlara insanlık nereye kadar uyabilir, uymalıdır?
Ben biraz önce veri biliminin dört ayağından bahsettim. Bunlardan birisi veri etiği; dolayısıyla bu konu veri biliminin ayrılmaz bir parçası. Dediğim gibi, bu konudaki çalışmalar çoğunlukla verideki ve kullanılan algoritmalardaki önyargıları engelleme konusunda odaklanıyor. Örneğin, kullanılan veride belirli toplum kesimleri hakkında toplanan veriler daha fazla ya da daha az olursa, analiz sonuçları da o yönde önyargılı olabilir. Sizin sözünü ettiğiniz sosyal, ekonomik ve hukuksal ortam etikle ilgili ama biraz farklı.
Veri bilimi uygulamaları bir boşlukta çalışmazlar; hukuki, sosyal ve politik bir ortam içinde var olurlar. Örneğin, sağlık konusundaki veri bilimi uygulamaları, sağlık sisteminden yararlanan hastalarla ilgili bilgileri saklarken kullanılır. Bu bilgilerle neler yapılabileceği (nasıl bir analiz uygulanabileceğini), bu bilgilerin kimlerle paylaşılabileceği, verinin ne şekilde ve ne kadar süreyle depolanıp saklanacağı ve veri güvenliği önlemlerinin neler olması gerektiği, her ülkenin kanunlarına ve toplumsal anlaşmalarına göre değişir. Dolayısıyla sözünü ettiğiniz sosyal, hukuksal, ekonomik ve politik yapı, belirttiğim dört ayağın hepsini etkiler. Aynı şekilde, umudumuz, veri bilimi uygulamalarının sonuçlarının ülkenin sosyal anlaşmalarını ve yasal yapısını etkileyeceği yolundadır. Kısacası, veri bilimi uygulamaları, sözünü ettiğiniz sistemin içinde yaşar, ondan etkilenir ve o sistemi (umarım) olumlu yönde etkiler.
Veri bilimi odağında gençlere bilimsel, mesleki veya girişimci olarak nasıl bir eğitim, yol haritası önerirsiniz? Çocuklara ve gençlere bu alanda ne gibi kabiliyetler ve yetenekler kazandırılabilir?
Bu alanda çalışmak için neler gerektiği sorusuna kesin yanıt vermek şu anda kolay değil. Bir çoğumuz bu konuda eğitim programları kurmakla meşgulüz, ama hepimiz deney yapıyoruz, yani değişik yapılanmaları deniyoruz. Bunların hangisi daha olumlu sonuç verecek henüz belli değil. Diğer zorlaştırıcı bir faktör de veri biliminin birden fazla disiplin temeline oturtulabilecek olması. Yani, matematik, bilişim ve mühendislik kökenli bir veri bilimi programının yapısı, sosyal bilimler kökenli programdan çok farklı olacaktır. İlk grupta bile farklılıklar var. Temel teknolojiler ve metodolojiler geliştirmeye yönelik bir program, yine teknik ama uygulama alanına yönelik (örneğin çevre bilimleri, biyoloji ya da tıp ve sağlık bilimleri) programlardan çok farklı olacaktır. Ama bunların hepsinin ortak olarak gereksinim duydukları konular var: matematik, belirli ölçüde bilişim bilimleri bilgisi, istatistiksel modelleme ve analiz gibi. Ondan sonra gerekli konular ayrışmaya başlıyor.
IEEE’nin ödülü hangi alanda verildi, içeriğinden ve sizin için öneminden bahsedebilir misiniz?
IEEE, benim alanımda en önemli iki mesleki örgütten birisi, diğeri de ACM (Association for Computing Machinery). Ben ikisine de daha yüksek lisans öğrencisiyken, 1975-76 yıllarında üye olmuştum ve üyeliğim bugüne kadar aralıksız devam etti. Daha önce bu iki örgütün “Fellow” düzeyine seçilmiştim. Bu sene IEEE’nin “Innovation in Societal Infrastructure” ödülüne layık gördüler. Bu ödül, bilişim teknolojisi aracılığıyla önemli toplumsal altyapı sistemlerinin geliştirilmesine katkılardan dolayı veriliyor. Beni de veri bilimi ve dağıtık veri yönetimi konusundaki çalışmalarımdan ve katkılarımdan dolayı bu ödüle layık görmüşler.
Araştırmalarınızın yanı sıra lisans, lisansüstü ve doktora seviyesinde belki de binlerce öğrenci yetiştirdiniz. Birçok akademik yöneticilik görevleriniz olmuş, kitaplar, editörlükler, danışmanlıklar... Hatta bir yayınevi bile kurmuşsunuz. Bu kadar işi birlikte yürütmenin bir sırrı var mı, veri bilimci olmanın bir avantajı diyebilir miyiz?
Evet, çok yönlü bir çalışma hayatım oldu. Bu kadar konuya bulaşmak biraz da benim kişiliğimden galiba; ilgimi çeken çok şey var ve bu işin sonuna gelmeden önce birçoğunu denemek istiyorum. Hepsini nasıl sığdırıyorsunuz diye sorarsanız, zaman planlamasının en önemli etken olduğunu söyleyebilirim. Zamanı iyi planlamak ve iyi kullanmak bana göre edinilebilecek en yararlı yetenek. Bir nedeni de bu iş bana zorunlu çaba gibi gelmiyor. Dışarıdan bakınca üniversite öğretim üyeliği çok tekdüze gibi gelir – her gün git, ders ver, biraz araştırma yap falan. Ama benim için hiç böyle olmadı – bu mesleği bulmam biraz vakit aldı (5 yıl kadar sanayide ve devlet dairelerinde çalıştım doktora öncesi) ama ondan sonra bu meslekten çok zevk aldım. Her günün başka bir heyecanı var. Her yıl yeni öğrenciler geliyor, hepsinin getirdikleri ve birikimleri diğerlerinden farklı; bu da insanı canlandırıyor, kendi aramızda şaka yollu “her yıl öğrenciler gençleşiyor” deriz. Yani, bütün bu projeler için çalışmak zoruma gitmiyor, aksine zevk alıyorum.
Son olarak, Talas Amerikan Okulu ve Tarsus Amerikan Kolejinde geçirdiğiniz yıllar hakkında neler söylemek istersiniz? Bu okulların hayatınıza, kariyerinize katkısı nasıl olmuştur?
Talas ve Tarsus’ta geçirdiğim yıllar hakkında ve bu yılların bana etkisi konusunda söylenecek o kadar çok şey var ki, bu sanırım kendi başına bir konuşmayı, başka bir söyleşiyi gerektirir. Ama bu yıllar, benim kendimi bulmamda, değer yargılarımı geliştirmemde, yıllardır devam eden arkadaşlıklar oluşturmamda en önemli dönemdir. Sanırım bu, diğer arkadaşlar için de böyledir. Düşünün ki 12 yaşında bir grup çocuğu alıyorsunuz, çoğu yatılı olarak o okulların çatısı altında 7-8 yıl geçiriyorlar ve üniversiteye girme noktasında ayrılıyorlar. Çocuk olarak girdiğimiz yerden, belirli bir yapıya kavuşmuş delikanlılar olarak çıkıyoruz (o zaman her iki okul da sadece erkek çocuklar için olduğundan bu terimi kullanıyorum). Bu etki hayat boyu devam ediyor, arkadaşlıklar da... Bu arkadaş grubuna şimdi hocaları da katıyorum; hayatta olanlardan bir kısmıyla hâlâ sosyal medya üzerinden haberleşiyoruz; John Snyder ve Alan Forsyth geliyor aklıma. Özellikle John, hâlâ beni bazen azarlayıp ders vermeye devam ediyor.