Yatılı olmaktan memnun kaldınız mı?
Hayır. Çünkü yatakhanede rahat konuşulmuyordu. Sürekli başımızda biri oluyordu. Ben öyle emirlere uymaktan hoşlanan biri değilim. Neyse, ilk yıl bitti, ikinci yıla gündüzlü olarak başladım.
İlk izlenimlerden sonra okuldan memnun kaldınız mı?
Evet. Hem de çok. Babaanneme müteşekkirim. Beni harika bir okulda okuttu. Karar vermeyi, hakkını savunmayı orada öğrendim. Gerektiğinde ceza da verilirdi, ama bu hiçbir zaman fiziksel olmazdı.
Ne tür cezalar vardı?
Detention’a kalmak en büyük cezaydı mesela. Detention şöyle işliyordu: Yaramazlık yapanlar, herkes okuldan çıktıktan sonra, 20-30 dakika daha kalırlar ve yazı yazarlardı. Ben çok yaramaz olduğum için sürekli detention’daydım. Bu arada, önümden geçen öğretmenler, “Emel sen yine mi detention’a kaldın,” diyorlardı. Aslında bu da cezanın bir parçasıydı. Seni gözleriyle takip ve terbiye ediyorlardı. Öğretmenlerden utanıp bir daha yaramazlık yapmayacağımızı düşünüyorlardı.
Sizin zamanınızda efsane öğretmenlerden kimler vardı?
Müdürümüz Miss. Martin idi. Bütün okulu o idare ederdi. Adana’da doğup büyümüştü ve mükemmel Türkçe konuşurdu. Aynı zamanda çok iyi bir eğitimciydi. Ama başka bir yönü daha vardı. Okulun geliri zaman zaman yeterli olmuyordu. O zaman ABD’ye gidip, bir yerlerden para buluyormuş. Biz de bunları sonradan öğrendik. Sonra beni kaydeden sarışın, hoş bir kadın vardı. Sanırım kendisi, Atatürk’ün manevi kızlarından biri, Bülent Yener idi. Coğrafya okumuştu galiba. Aynı zamanda bizim tarih ve yurttaşlık bilgisi öğretmenimizdi. Hayran olduğum bir diğer öğretmeniz de Miss. Alexanyan idi. Ben ne kadar İngilizce biliyorsam, onun sayesinde oldu. Türk ilkokullarında o zaman gramer öğretilmiyordu. Mrs. Alexanyan, hem Türkçe hem de İngilizce gramer öğretiyordu. Yöntemi şöyleydi: Üç öğrenciyi tahtaya çağırır ve onlara İngilizce gramere göre isimler takardı: Birine, “sen does”sın derdi. Diğerine, “sen do”sun ve üçüncüsüne “sen did”sin. Gramer öğrenmekle ilgili bir hikâyem daha var: Birinci sınıftaydık, İngilizce öğretmenimiz Miss. Angel idi. Gramere bir türlü alışamadım. Sürekli, 10 üzerinden üç alıyorum. Bir gün, sınıftan çıkmak üzereyken sınıfa geldi. “Emel, Nevin, Buket... Yarın beni ofiste, Teacher’s Room’da bulun” dedi. Ertesi gün baktık, Teacher’s Room’a sandalyeler dizilmiş. Hepimizle teker teker ilgilendi. Tek tek herkese hatalarını anlattı. Bana “Emel şöyle yaptın, oysa böyle yapman gerekirdi. Senin hatan budur,” dedi. O gramer hatalarını bir daha yapmadım. Diğer arkadaşlar da yapmadı. Ve notlarımız hızla yükseldi.
İhtisas için kadın doğuma nasıl karar verdiniz?
Aslında gönlümde yatan, cerrah olmaktı. Bu bende tutku halini almıştı. Ameliyathanede yatayım, yerleri sileyim razıydım. Fakat Amerikan Hastanesi Başhekimi’nin eşi Mrs. Shepard, “ABD’de bile kadın cerrahlara itimat edilmez. Ameliyatlar için daima erkekler seçilir. Sen en iyisi kadın doğumcu ol. Onda da cerrahi var,” dedi. Ben de onun gösterdiği yoldan ilerledim.
O yıllarda sadece bir tane mi tıp fakültesi vardı? Oraya sınavla mı giriliyordu?
İstanbul’da vardı. İkincisi Ankara’da açıldı. Kayıt koşullarına gelince... O zamanlar, “lise bitirme” ve “bakalorya” iki ayrı imtihandı. İstanbul’da Tıp Fakültesi’ne girmek için ikisinden de “pekiyi” almanız gerekiyordu. Benim lise bitirmem pekiyi, ama bakaloryam iyiydi. Bunun nedeni de şuydu: Biz fen derslerini ve matematiği, İngilizce okuyorduk. Buradaki isimler Türkçeydi ve ben Türkçe sorulara cevap veremiyordum. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydımı yaptırmak üzere gittim. Bu işle ilgili kişi, “Sen giremezsin, bakaloryanın da pekiyi olması gerekiyor,” diyerek diplomaları önüme attı. Bu arada biraz önce de bahsettiğim gibi, Ankara’da da ikinci bir tıp fakültesi açılmıştı. İstanbul’da okuyanlar, bu fakülteyi yetersiz bulup dalga geçiyorlardı. ‘Sağlık Okulu’ lakabı takmışlardı. Tam ne yapacağımı düşünürken, sınıf arkadaşlarımdan Hale Özer’in ağabeyinin Ankara Tıp Fakültesi’nde okuduğunu öğrendim. Hale’ye bir mektup yazdım. Hemen cevap geldi. Şöyle yazmıştı: “Ağabeyim burada üçüncü sınıfta öğrenci. Senin durumunu anlattım. ‘Hemen gelsin’ dedi.” Ankara’ya giderek kaydımı yaptırdım. Sonunda okul bitti, aradan bir buçuk sene de geçti. İhtisas yapmaya kararlıyım. Ama nerede ve nasıl yapacağımı bilemiyordum. Bir gün Üsküdar’daki evimizde oturuyordum. Mutfağın kapısı açıldı, biri kafasını uzattı. Baktım beraber mezun olduğum arkadaşım Neşe Pasinler... Sarıldık... “Sen ihtisas arıyormuşsun,” dedi. Duymuş ve gelmiş. “Sevin’in kocası Ertuğrul, İstanbul Tıp Fakültesi’nde yönetici oldu,” dedi. Ertuğrul Bey, Doğum Kliniği’nin başkanı olmuş. Bana bir sınav yaptılar ve ihtisasa alındım. Kısacası, buralara gelmemde, arkadaş dayanışması ve yardımlaşmanın çok faydası oldu.
Sizin sınıftan ünlü olmuş isimler var mıydı?
Bizim sınıfın mezunları, genellikle ev kadını oldular. Onların haricinde, Dışişleri Bakanlığı’na giren ilk kadın diplomat bizim sınıftan çıktı: Jale Yiğit. Birkaç yıl önce kaybettik kendisini. Işık Lisesi’nin efsane İngilizce öğretmeni Necla Çapraşık da bizim sınıftandı. Bir de Nuran Aka vardı, bir paşanın Üsküdarlı kızıydı. Harika piyano çalardı. Fransa’ya gitmeyi, piyano konserlerine katılmayı istiyordu, ama evlendi ve burada kaldı. Çok uzun yıllar da Sarıyer Yardım Sevenler Derneği’nin başkanlığını yaptı. Sarıyer’in dar gelirli mahallerinde yaşayan kadınlara dikiş, nakış kursları açtı. Yapılanları, kermeslerde sattı. Oradan gelen gelirle çocuk okuttu. Ülker Somer vardı, Zonguldak Kömür İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nün sekreterliğini yaptı.
Üsküdar Amerikan’ın ders haricindeki faaliyetleri de ünlüdür. Bunlardan birkaç örnek verir misiniz?
Öncelikle Miss. Martin, hepimize, 10 parmak daktilo yazmayı öğretti. Ticari mektup yazmayı da... Beslenmeyle ilgili çok şey öğrendik. Mesela yedi zeytinde 100 kalori olduğunu biliyorum. Çamaşırda solan renklilerin nasıl eski hallerine getirileceğini de...
Arkadaşlarınız evlenip çoluk çocuğa karışırken doktor olmak nereden aklınıza geldi?
Üsküdar’da bir çocuk bakımevi vardı. Annem beni oraya götürürdü. Orada beyaz önlüğüyle dolaşan bir doktor vardı; Dr. Sezai Bedrettin Tümay... Ben anneme hep “Ben de böyle olacağım” dermişim. Esas, beyaz elbiseye vurulmuşum galiba.
Sizinle vakit geçirince, pozitif bir insan olduğunuzu daha iyi anladık. Nasıl bir yaşam felsefeniz var?
Cemiyete yardım eden iyi ahlaklı biri olmaya çalışıyorum. İyi insan olayım, iyi doktor olayım, yalan söylemeyeyim, hırsızlık yapmayayım... İnsanları erkek-kadın, zengin-fakir diye ayırmayayım. Başka istediğim bir şey yok.
Tıp Fakültesi’nden ayrılmanız nasıl oldu?
Hükümet yeni bir kanun çıkardı. Doktorlar, bir yıl boyunca Doğuda mecburi hizmet yapmak zorundaydılar. Başka hiçbir meslek için bu tür bir mecburi hizmet getirilmedi. Ben de bu eşitsizliğe isyan ettim ve üniversiteden ayrıldım.
Sonra ne yaptınız?
Eşim mühendisti. TÜPRAŞ’ta çalışmaya başlamıştı. Onun yanında, İzmit’e gittim ve orada bir muayenehane açtım. Böylece ailece İzmit’e yerleşmiş olduk. Uzun yıllar orada kadın doğumcu olarak çalıştım. İzmit’in yarısı elime doğdu neredeyse. İşin esprisi tabii. Ama İzmit’te binlerce çocuğun doğumunda bulunmuşumdur.
Bugünden geriye baktığınızda neler görüyorsunuz?
Şanslı bir insan olduğumu düşünüyorum. Hayatta pek çok şey lehime gelişti. Öncelikle iyi bir okulda okudum ve o okuldan çok şey öğrendim. İkincisi çok sevdiğim eşim Sezai ile tanıştım. Sonra iki güzel çocuk doğurdum. İnsan daha başka ne ister ki?