Cumhuriyet Devrimi ışıklarının günümüze yansıyan en güzel örneklerinden biri, mezunumuz Güngör Pura’dır sanırım. Güngör Pura, sadece aydın olmakla yetinmemiş, ışığını yayma çabasını yaşam boyu sürdürmüş, genç nesillerin eğitimi konusuna yıllarını vermiştir. Eğitimciliğinin yanı sıra güzel sanatların özellikle müzik, resim, heykel dallarına yakın ilgi göstermiş, çiftçilik dahi yapmış bu mezunumuzu tanımak, aynı zamanda Türkiye aydınlanmasına panoramik yolculuk sunuyor.
Yazı: BAHAR VARDARLI (ACI’68)
Güngör Hanım, meğer bana bugün sizinle tanışmak nasip olacakmış… Özellikle Adnan Saygun Konser Salonuna her girişimde, oturduğunuz koltukta sizi gözlerim arar ve yerinizde olduğunuzu gördüğüm an; hiçbir programı kaçırmamanıza bir kez daha hayranlık duyarım. Sizinle çok tanışmak istediğim halde bir türlü olmamıştı. Gelin çocukluğunuzdan başlayalım, ailenizi ve çevrenizi bize anlatır mısınız?
Ben, Söke 1928 doğumluyum. Babam Suat Orhon, İstanbul Darülfünunu, Eczacı Mektebine devam eden, mezun olduktan sonra da Söke’ye dönmüş olan bir eczacıydı. Annem Fatma Orhon ise ev hanımıydı ama annemiz ailemizde söz sahibi ve dirayetli bir kadındı. Bütün evin olduğu gibi, bizlerin de hâkimiydi…
Amerikan Kız Kolejine bugünkü ismiyle ACI’a gelişiniz nasıl oldu?
Tabii ki Cumhuriyet Devrimlerinin gençleri olan annemle babamın eğitime verdikleri değerin etkisiyle… Sadece iki ilkokulu olan Söke’de, ortaokul yoktu. Okumak isteyen kızlar ya İzmir Kız Lisesine ya da Amerikan Kız Kolejine gidecekti. Ablam ve benden önce, Söke’den Ferzan Kocagöz (ACI’40), Amerikan Kız Kolejine gitti ve biz kızlara yolu açtı. Ablam Hale Orhon (ACI’42), benden iki yıl evvel Kolejli oldu, ben de onu takip ettim. Kolejde biz yatılı okuduk. Yatılı yaşantım, benim unutamadığım yıllarımdır. Toplam yatılı öğrenci sayımız otuzdu. Biz Bristol Hall’da güzel günler geçirmenin, eğlenmenin yanında dostluğu, paylaşmayı, vermeyi, sevmeyi, saygıyı öğrendik. Her zaman şunu söylerim: “Biz yatılı olmakla, kitapların öğretemeyeceği şeyleri edindik. Bir küçük odayı paylaşan dört arkadaş, kardeş olduk.” Öğretmenlerimiz Miss Parsons, Miss Green, Miss Blake (o zaman çok gençtiler), bilindiği gibi ACI’ın yapı taşları olmuştur. Amerikalı öğretmenlerimizle ilişkimiz arkadaşçaydı; birlikte dondurmacıya gittiğimiz de olurdu, Elhamra veya Tayyare sinemalarına da... Yatılı hayatımıza yön veren öğretmenlerimizin çoğu misyonerdi. Din konusunda bizi etkilemeye yeltendiklerine hiç tanık olmadık ve hatta sezmedik bile… Onlar sayesinde Amerikan kültürünü yakından öğreniyor ve tanıyorduk ancak etkilendiğimizi sanmıyorum, çünkü biz Cumhuriyet devrinin çocuklarıydık. Ama bize “iyi insan olma” konusunda çok hikâyeler anlattıklarını, verdikleri insanlık öğütlerini hiç unutmam. (Bana kısacık bir öykü anlatıyor. Bu öyküyü yazının sonunda nakledeceğim.)
Okulu bitirdikten sonra yalnız bir genç kız olarak, 1947 yılında Söke’den İstanbul’a felsefe okumaya gidişinizi merak ediyorum...
O konuda ben direndim, bunu açıkça söylemem gerek. İzmir’de gidebileceğim bir üniversite yoktu. Ben psikoloji okumak istiyordum, çünkü hepimizin sevdiği bir Amerikalı psikoloji hocamız vardı; onun etkisi altında kalmıştık. Eğer İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine gidersem orada Felsefe Bölümünde; felsefe, sosyoloji ve psikolojinin birlikte verildiği bir eğitim olanağı vardı. Israrlarıma dayanamayan ailem sonunda, bir akraba yanında kalmam şartıyla İstanbul’a gitmeme izin verdi. Fakat bu birliktelikten ne akraba ne de ben memnun kaldık… Bir süre sonra özel yurda çıktım, orada da olanaklar yetersiz olduğundan; ablamın İstanbul’a benimle birlikte oturmaya gelmesi ve bize ev tutulmasıyla sorun çözüldü.
Sonra felsefe konusunda mı devam ettiniz çalışma yaşamınıza?
Mezun olduktan sonra, İsviçre’de Eğitim Psikolojisi ve özellikle Suçlu Çocukların Eğitimi konusuna yöneldim. Fransa’da altı ay, hüküm giymiş çocukların kaldığı bir ortamda staj yaptım. Oradaki kurumların bu çocuklara eğitici yaklaşımları ve davranışları beni çok etkilemiştir. Tez çalışmalarına başlamıştım ama bitirmemin çok uzun süreceğini düşünerek İzmir’e döndüm. Benim konum, “gelişim ve eğitim psikolojisiydi”, ama henüz yeni açılan Ege Üniversitesinde böyle Avrupa kurumları yoktu. Ege Üniversitesine çalışmak üzere başvurduğumda, rektörün yanıtı beni çok şaşırtmıştı. Rektör, “Bugün perşembe, pazartesi gelin işe başlayın” deyince, birdenbire kendimi üniversitede buldum. Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinde, Ev Ekonomisi Bölümünün, çocuk psikolojisi derslerini verdiysem de bu görevimde tam bir tatmin elde edemedim. İki yıl devam ettikten sonra Ege Üniversitesinden ayrıldım. Avrupa’da başladığım psikoloji tezini de bitiremedim. İzmir Eğitim Enstitüsünde öğretmenliğe başladım. Çocuk gelişimi ve sosyoloji konularında eğitim verdim.
Eşiniz Turgut Pura ile tanışmanız İzmir Eğitim Enstitüsünde oluyor, sizin hakkınızda okuduklarıma göre…
Aynen öyle oldu. Turgut Pura, tam bir sanatçının renkli kişiliğine sahipti. Onu okul restoranında yemek yerken, havalı saçları, kırmızı süveteri, papyonuyla ilk gördüğümde, çok frapan bulmuştum. Yanımdaki arkadaşıma, “kimdir bu” diye sorduğumda, “yeni sanat öğretmeni ama senin onunla çok iyi anlaşacağından eminim” dediğini şu an bile hatırlıyorum. Haklıymış, ortak dostlarımız sayesinde çeşitli ortamlarda sık sık birlikte olduk, zamanla birbirimizi tanıdık, anlaştık ve 1970 yılında evlendik. Ne yazık ki evliliğimiz sadece 10 yıl sürdü. Birlikte olduğumuz bu kısa süre içinde çok renkli bir hayat yaşadık. Onu çok erken kaybettim, henüz 57 yaşındaydı dünyaya gözlerini yumduğunda…
Kayıplar zor, her zaman onulmaz yaralar bırakıyor elbette, ama bu güzel evinizin her bir yanında Turgut Pura’nın izleri var. Yaşam geçici, ardında böyle kalıcı eserler bırakabilmek herkese nasip olmuyor… Şunu da söylemem gerekir ki, eviniz mimari tasarımı açısından da çok güzel. Turgut Pura’nın heykelleri ve tablolarıyla aynen bir sanat müzesi gibi…
Teşekkürler! Evimizin mimarı Cengiz Bektaş…
Ödüllü bir mimarımız! Onun emeği belli oluyor.
Bu evin yapılışında benim de katkım büyüktür, ben de fiilen çalıştım. Yıllarca öğretmenlik yaptıktan sonra emekli olunca, Söke’de kendi tarlalarımızı ekip biçmeye karar verdim. Yaşantıma bir de ziraatı ekledim. Bu evin harcında, işlediğim toprağın geliri vardır.
Bu yönünüz hakikaten beni çok şaşırttı. Bu kadar radikal bir değişime yönelmeniz cesaret ister… İsterseniz gene dönelim Turgut Pura’nın bu evin her köşesine değer katan eserlerine…
Turgut Pura şimdiki adı Mimar Sinan Üniversitesi olan İDGSA Heykel Bölümü mezunudur. Kendisini çok çalışkan ve üretken bir sanatçı olarak tanımlayabilirim. İzmir Resim ve Heykel Müzesi Müdürlüğü görevindeyken, müzenin inşaatını yaptırdı, birçok sanatçı yetiştirdi, durmadan sergiler açtı. Açtığı sergiler onun için büyük heyecan ve gerilimdi, çünkü her yaptığı şeyin mükemmel olmasına çalışırdı. İzmir’in 1960 sonları ve 1970’li yıllarında çok zayıf olan sanat hayatını canlandırma konusunda çok emek verdi.
Eşiniz Turgut Pura’nın adını sanatla yaşatma ve İzmir’in kültür ve sanat hayatına katkıda bulunmak amacıyla kurduğunuz Turgut Pura Vakfı, Alsancak’taki tarihi binasında faaliyetlerine devam ediyor. Bu vakıf, 1981 yılından beri, siz ve sanata gönül verenlerin katkılarıyla hâlâ ayakta. Güzel sanatlar fakültelerine hazırlık, resim, heykel ve seramik kursları düzenliyor. Yarışmalar ve sergiler açarak genç sanatçılara deneyim kazandırıyor. Vakfın imkânları el verdiğince güzel sanatlar öğrencilerine burs veriyor.
Siz hakkımda epey araştırma yapmışsınız…
Beni gülümseyerek onaylıyor ama yaptığı diğer bağışlarından, topluma, eğitime dönük yardımlarından bahsetmiyor, belki de bahsetmek istemiyor. Biz de röportajımıza son veriyor, birlikte kahvelerimizi yudumluyor, nefis cevizli kekimizin tadına varıp, salgın biter bitmez buluşmak üzere sözleşiyoruz.
O gün ben Güngör Pura’nın evinden ayrılırken sanki güneş bir farklı parlıyordu; kim bilir belki de Güngör Pura’nın aydınlığı güneşe yansımıştı…
Yaptığın yardımı unutacaksın!
25.11.2015 tarihli Hürriyet gazetesinin, Aydın haberlerinden bu alıntıyı yapmak zorunda hissettim kendimi, yoksa benim açımdan röportaj eksik kalacaktı. Güngör Pura’dan izin almadığım için affına sığınıyorum…
Söke Belediyesinin, katledilen kadınları anma adına yaptığı, 3 bin 700 m2lik alanda açtığı büyük parka, “Güngör Pura Kadın Anı Parkı” adı veriliyor. Parkın açılış töreninde Belediye Başkanı Süleyman Toyran şöyle diyor: “Bu parka adını verdiğimiz Sökeli eğitimci ve hayırsever Güngör Pura, ilçemize kendi ailesinin oturduğu evi bağışlamakla, Fatma Suat Orhon Müze ve Sanat Evini; eğitime yaptığı bağışlarla Savuca Fatma Suat İlkokulu ve Turizm Meslek Lisesi gibi eğitim kurumlarını kazandırmıştır, Söke’de eğitime katkıları
hâlâ devam etmektedir.”
Toplum için yaptıklarını anmak dâhi istemeyen Güngör Pura’nın sessizliği, misyoner hocalarından aldığı insanlık dersi hakkında bana anlattığı hikâyeyi düşündürüyor... Hikâye şöyle: Bir adam ölüyor, bir bakıyor aşağıda cehennem var, yukarıda da cennet! Bir de ip var, bu ipe tırmandığı takdirde yukarıya cennete ulaşacak. Başlıyor ipe tırmanmaya, ilerledikçe ilerliyor ama ona öncü olan bir de soğan var ipin yukarısında. “Bu soğan nedir, neden bana yol gösteriyor” sorusu hep aklını kurcalıyor ama gene de soğanı takip ediyor. Birdenbire, bir gün aç bir dilenciye bir soğan verdiğini hatırlıyor. O anda soğan parçalanıyor, adam gerisin geri düşüyor… Kıssadan hisse: Yaptığın yardımı unutacaksın!