Üsküdar Amerikan Lisesi mezunu Nazlı Nalbantoğlu, Connect okurları için, okuldaşı olan ve “abla” diye hitap ettiği Neşe Yörük Kınay ile sıcacık ve samimi bir söyleşi yaptı. Kınay, kendisiyle yapılan bu söyleşide, hem Üsküdar Amerikan’ın o yıllardaki görünümünü hem de UAA’lı olmanın kendisine sağladığı avantajları anlatıyor.
SÖYLEŞİ: Nazlı Nalbantoğlu (UAA’84)
Benim için okulumuzun Mezunlar Derneği’nde görev almanın en güzel yanı, bu vesileyle bir araya geldiğim ve hayatıma yeni renkler katan çok özel insanlarla tanışmak oldu. Aramızda hayatımızın değişik evrelerinde olmamızın getirdiği farklılıklar olsa da, hepimizin aynı kumaştan olduğunu ve hemen sıcacık ilişkiler kurabildiğimizi görmek, beni her seferinde çok mutlu ediyor. Sevgili Neşe Yörük Kınay Ablamızla bundan dört sene önce, Facebook’taki UAA Mezunlar Grubu’na Homecoming’deki çeşitli görevler için yardım çağrısında bulunduğumda tanıştım. 40 yıldan fazla sürdürdüğü ve sigortacılık dalında uzmanlaştığı iş hayatından sonra emekli olan Neşe Abla, o günden sonra dernekte her türlü görevi üşenmeden üstlendi. Bu dönem, Mine Başkanımızla birlikte, Neşe Ablamızı, derneğin Denetim Kurulu’nda görev almaya da ikna ettik. Yaşça en büyüğümüz olmasına rağmen, hoşgörülü ve neşeli kişiliğiyle hepimizi sınıf arkadaşı gibi rahat hissettiren, disiplini ve gayretiyle bizlere güç katan Neşe Ablamız, Bağlarbaşı’ndaki evinde beni misafir etti…
Neşe Ablacım, öncelikle ilk başlara dönelim, bize biraz çocukluğunu, Üsküdar Amerikan’a giriş hikâyeni anlatır mısın? Ailen bu okula nasıl karar verdi?
1943 Diyarbakır doğumluyum, sonra kısa bir Denizli ve Eskişehir bölümü de var. İlkokula Siirt’te başladım. Baba subay olunca çocukların kaderi de böyle çiziliyor. Henüz altı yaşımdayken, “okula gideceğim” diye tutturdum. Okul müdürü, “yaşı küçük, alamam” demiş. Kesinlikle içime sindiremedim.Okul müdürünü, Paşa’ya şikâyet etmeye karar verdim. Paşa, çok güçlü bir insan… Kılıcını çekip, “Neşe’yi okula alacaksın,” diyecek diye inanmıştım! Bir gün Paşa'yı Askeri Mahfel’in bahçesinde, kocaman hasır koltuğunda otururken yakaladım, karşısına dikildim. Aramızdaki diyalog şuydu:
- Beni okula almıyorlar!
- Neden almıyorlar?
- Küçükmüşüm.
– Sen de büyüyünce gidersin.
Ne kadar bozulduğumu, hayal kırıklığına uğradığımı anlatamam. Ama pes etmedim. Paşa’nın o kocaman hasır koltuklarından birine, bazen de asker elbisesi giymeyen bir amca otururdu. Bu sefer şansımı onunla denedim.
- Beni okula almıyorlar!
- Neden almıyorlar?
- Küçükmüşüm.
- Kaç yaşındasın bakayım?
- 6 yaşındayım.
- O kadar da küçük değilmişsin canım!
İşte bu... Ne iyi bir amca. Birkaç gün sonra okula kaydım yapıldı. Zira o amca, Siirt Valisi imiş… Amerikan Kız Lisesi’nde okumam ise annemin hayaliydi. Siirt’te karşı komşumuzun kızı Soley Oben (Arsoy-UAA’56), İzmir Amerikan Kız Koleji’nde yatılı okurmuş. Yaz tatilinde Siirt’e gelirdi. Annem çok özenirdi. Ama Siirt nere, İzmir nere? Bazen mucizeler oluyor. Kader bizi bir yerden alıp sürüklüyor. 1950 yılının Temmuz ayında, babam İstanbul’a tayin oldu ve Bağlarbaşı’na taşındık. Annem öğrenmiş ki, Bağlarbaşı’nda bir Amerikan okulu var; 4 ve 5’inci sınıfları pekiyi ile geçen kızları alıyorlar. Hemen gerekli teşebbüsler yapıldı. Okulu gidip gördüm. Bahçesi ne kadar güzel! Salkımlar, erguvanlar açmış. Her taraf mis gibi çiçek kokuyor. İçim pek ısındı. Ama diyorum ya, kader. Allah annemin dualarını kabul etti, hatta İzmir’den Üsküdar’a transfer olmuş Soley Ablayla aynı okulda okumam bile kısmet oldu.
O zamandan beri Bağlarbaşı’nda oturuyorsun, neredeyse 70 seneden beri. Bağlarbaşı o zamanlar nasıldı? Bir çocuğun gözünden bizim okulu anlatır mısın?
Bağlarbaşı o zaman boş bir yerdi, okulun etrafında şimdi gördüğünüz siteler, spor salonu ve kalabalık binalar yoktu. Sadece Vakıf Sokak’ın köşesinde şu anda bulunan ahşap bina vardı; biraz önündeyse yazlık sinema. Bir de orada meydana yakın bir çay bahçesi, içinde akasya ağaçları ve altlarında birer küçük masa vardı, ben en çok orayı severdim. Bugün havuzun (süs havuzu) olduğu yerden baktığınızda, tramvay deposunun duvarını ve okulumuzun kocaman kapısını görmek mümkündü. Bahçe kapımızın değişmez Doorman’i (bekçisi) Halil Efendi idi. Onca öğrencinin isimlerini tek tek bilirdi. Sürekli güler yüzüyle “günaydın” ve “iyi akşamlar” diyerek bizleri karşılar ve uğurlardı. Biz hazırlıktayken Martin Hall inşa halindeydi. Auditorium’un olduğu yerdeki boşlukta inşaat malzemeleri vardı. Çiğdem Tuğ (UAA’62) ile birlikte kumdan şeytan minaresi yapar, midye kabuğu toplardık; yaşlar 11-12. Bugün spor salonunun bulunduğu yerde, kırmızı ahşap bir tiyatro salonumuz vardı: Good old Chapel! Eskimiş tahta kokardı. Okulun ambleminde yer alan bahçe kapısının tam karşısından girilirdi Chapel’a. Girişte orgumuz bulunurdu. Auditorium daha sonraki yıllarda yapıldı. Bahçe tarafından girişli birkaç sınıf olduğunu hatırlıyorum. Galiba bütün Special C’ler o binada öğrenim görürdü. Chapel’ın altında bir de Sewing Room vardı. Special A’ların değişmez sınıfıysa bugün müzik odası olarak kullanılan, bahçedeki Round House idi.
Sence bizim okulda neler farklıydı, diğer okullara göre?
Bizim okulda, başka okullarda olmayan şeyleri öğrenirdik. Bak sana, o zaman Hazırlıktaki Art defterimi getireyim. (Neşe Ablanın yaklaşık 70 senelik Art defterine inanamıyorum, hayranlıkla sayfalarını karıştırıyorum… Defterde, değişik ressamların tabloları ve hem ressamla ilgili bilgiler hem de tabloyla ilgili yorumlar yer alıyor. Birkaç sayfasını sizlerle de paylaşıyorum…) İşte bak, Üsküdar Amerikan bunları veriyor insana... 12 yaşında, hangi okulda böyle bir sanat eğitimi verilir; hem sanatçıları hem eserlerini öğrendiğimiz bir ders. Sana bir hikâye anlatayım; okuldan yıllar sonra bir gün İspanya’da, Toledo’da geziyoruz; El Greco’nın evini, müzesini görüyoruz… Katedral ziyaretini bitirip kapıdan çıkarken rehberimiz diyor ki, “El Greco, resimlerini hiç imzalamamıştır.” Benim içim rahat etmiyor, tam çıkarken dayanamayıp diyorum ki, “Aslında imzalamıştır, bir imza gibi değil de, resimlerde yer alan kahramanların ellerini özel bir tutuş biçimi vardır, resme bakıldığı zaman ellerinin hareketinin arasında imzası saklıdır.” Ben böyle deyince, herkes geri dönüp tekrar o imzaları inceledi. Ben bunu nereden hatırlıyorum; Lise 1'deki History of Art öğretmenimiz Mrs. Cambell bunu bize öğretmişti. Hatta bu notu, sarı yapraklı defterin kenarına yanlamasına yazdığımı bile hatırlıyorum! Biz çok disiplinli bir aile olmamıza rağmen, tam sofra adabını okuldaki yemekhanede öğrendim. Sofraya oturunca çatal bıçağın nasıl kullanılacağını, çorbanın nasıl içileceğini, herkes başlamadan yemeğe başlanmayacağını bizim yemekhanede gördüm. Hepimizin belirli birer masası vardı, yemekler okulda pişer, masa öğretmenimiz servis yapar, ortaya servis tabaklarıyla yemek gelirdi. Hepimizin peçeteleri, üzerinde ismimiz yazan peçete halkaları vardı. O zaman çok ilgimi çeken bir detay, yemekhanenin arka tarafında, kocaman, içine girip gezebileceğimiz büyüklükte bir soğuk hava odası vardı. Ben orayı nereden biliyorum? Co-op kolunda, sandviç yaptığımız salamlar o dolapta dururdu. Her girdiğimde şaşırırdım böyle oda gibi bir buzdolabı olmasına. O zamanlar kooperatifi öğrenciler çalıştırırdı. Kendimiz sandviçler yapar; muz, elma gibi meyveler satardık. Co-op öğretmenimiz, sevgili hocamız Güzin Teker’di. Ondan hem çok korkar hem de onu çok severdim. Orada günlük nöbet tutar, satışları da biz yapardık. Belki bizim zamanımızda o kadar fen öğrenmiyorduk, ama “Space Geometry” okuduk, o zaman hangi okulda böyle bir ders vardı?
Albümlerde oynadığın tiyatro oyunları görüyorum, bunlar da bizim okulda mı?
Hayır, bunlar okulda değil… Ben hep tiyatroya ilgi duyuyordum, hatta ortaokuldan sonra anne babamdan gizli olarak konservatuar sınavlarına girdim. Kazanırsam onları ikna edebileceğime inanıyordum, ama öyle olmadı, kazandığım haberini anneme söylediğimde, babam kıyameti kopardı! O zaman başlamadan biten tiyatro tutkumu, 20 yaşlarında hayata geçirecek bir imkân buldum. Üsküdar Halkevi’nde tiyatro kolu vardı o sıralar; o güne kadar tanımadığım, bilmediğim, ama deneyimli tiyatrocular olduklarını öğrendiğim hocalarla ders yaparak, dört sene boyunca çeşitli oyunlar sahneye koyduk...
Peki, okuldan sonra iş hayatına girişin nasıl oldu, hangi konularda çalıştın?
Okul sonrası birçok arkadaşım çalışmaya başladı. Ben de tutturdum çalışacağım diye. Çalışmanın ciddiyetinin de farkında değilim. Nasıl ki, herkes okula gidiyor diye ben de okula gitmek istedim, herkes çalışıyor diye çalışmak istiyorum. Tabii ev halkı karşı çıkıyor. Ne lüzumu var? Babam, 1963 ilkbaharında vapurda çocukluk arkadaş Cemal Alagöz’e rastlıyor (Kızı Ufuk da 1966 Üsküdar mezunudur). Kendisi Doğan Sigorta’da Muhasebe Müdürü’ymüş. Babam beni şikâyet edip, “Tutturdu çalışacağım diye, ne lüzumu var, sağlığı hiç iyi değil,” demiş. Birkaç hafta sonra, bir pazar günü Cemal Bey bizim eve geldi. Muhasebe servisinde bir yer boşalmış. “Neşe gelsin, ben ona göz kulak olurum,” dedi. Ben sevinçten havalara uçtum. 29 Nisan 1963 Pazartesi sabahı, babamla birlikte Karaköy meydanındaki Minerva Han’ın görkemli kapısından içeriye girdik ve 9 Nisan 2004’e kadar, 41 yıl sürecek serüven böyle başladı.
Hayli uzun bir süre…
Evet… Bana muhasebe servisinin girişinde küçük bir masa verdiler. Önüme bir sürü zarf yığdılar. Bu zarfları açacaksın, şu deftere işleyeceksin. Anlattıkları şekilde zarfları açıp, deftere yazıp, ilgili kişilere iletmeye başladım. Üç gün, beş gün, bir hafta... Sonunda isyan ettim. Ben hep bunu mu yapacağım? Hiçbir şey öğrenmiyorum! Daktilo yazan bir hanım vardı. İki parmağıyla mektuplar, ekstreler yazardı. Belki ilkokul diploması bile yoktu, bilemiyorum. Bana ilk dersimi verdi: “Sen onları kaydederken okuyor musun?” dedi, “Yooo” deyince de, “O zaman bu serviste neler olup bittiğini nasıl öğreneceksin?” Çok utandım. Ve okumaya başladım. Anlayamadığım o kadar çok şey vardı ki; şefimize soruyorum, o da bana anlatıyor. Bazılarını öğrenmekte zorluk bile çekiyorum. Zira bunlar okulda öğretilmiyor. Bir gün benim işimle ilgili bir mektup yazılması gerekti. “Müsvedde yap, Mükerrem Hanım’a ver, o yazar” dediler. “Niye ben yazmıyorum” deyince de, “Yazabilir misin?” diye sordular. “Evet” yanıtını alınca kocaman şaryolu bir daktilo bulup getirdiler. Sildim, temizledim. Okulda öğrendiğim şekilde kâğıtları yerleştirdim. Parmaklarımı tuşlara koyup, derslerde öğrendiğimiz sistemle yazmaya başladım. Servisteki 10 kişi beni izliyor, “Vay be, hem de 10 parmak yazıyor,” diyorlardı. Londra’daki bir reasüröre İngilizce mektup yazılacak. “Sen müsvedde yap, teknik servise yolla, onlar yazarlar” dediler yine. “Neden ben yazmıyorum?” deyince de “yazabilir misin” sorusu geldi. Ve mektup yazıldı, kontrol için teknik servise yollandı. İnsanlarda bir şaşırma, bir hayret. Kısa sürede şirkette meşhur oldum. Doğan Sigorta, bir okuldu. Şefim ve genel müdürüm bana çok destek oldular. Bilgimi geliştirmek için kurslara, okullara yolladılar. Hiç bilmediğim konuları öğrendim. Öğrendikçe çok sevdim, tiryakisi oldum; sigortacılığın beyni “Reasürans” konusunda ihtisaslaştım. Mecburi reasürans anlaşmalarının yapılması esnasında, yurt dışındaki reasürörleri ziyaret edip görüşmeler yaptım. Uluslararası dostlar edindim. Yıllar içinde reasürans müdürü, teknik müdür ve teknik müşavir olarak görev yaptım. Çok öğrenci yetiştirdim. Bana verilenleri, bizden sonrakilere aktarmaya çalıştım. Genel sigorta bilgileri ve reasürans konularında dersler ve eğitimler verdim. İşimin yanında 14 yıl boyunca, mesleki gazete ve dergilerde köşe ve sayfa yazarlığı yaptım. Çok güzel anılar biriktirdim. 41 yılı tamamlarken, yorgunluktan bitkin ama mutlu olarak iş hayatımı noktaladım. Bu arada, 2015 yılı başında, 72 yaşımda iken, daha önceleri birlikte çalıştığımız genel müdür yardımcısı bir dostumun talebiyle üç ay boyunca bir şirketin 2015 Treteleri’nin (Mecburi Reasürans Anlaşmaları) yapılmasına yardım ettim. “Bende hâlâ iş varmış” diye kendimle gurur duydum. Üsküdar Amerikanlı olmaktan hep gurur duydum. Hayatta bana çok kapılar açtı. “O Üsküdar Amerikanlı, o yapar” diye sorumluluklar verildi bana…
Emeklilikle birlikte hayatına yeni neler girdi?
41 yıllık işimi terk ederken, yeni bir uğraş buldum kendime. Patchwork veya Amerikalıların söylediği gibi “Quilting”. Acaba yapabilir miyim diye başladım, 2018 Ekim ayında 50 parçalık bir kişisel sergi açtım. Meğerse yapabilirmişim! Çanakkale’de dokuz yıldan beri düzenlenen İlyada Kırkyama Festivali’ne davet ediliyorum. Jüri üyesi olmaktan da gurur duyuyorum. Kırkyama tekniği kullanılarak yapılmış giysilerden defile hazırlıyoruz, senaryosunu yazıp sunuculuğunu yapıyorum. Kocaman bir kırkyama ailemiz var. Beni de kraliçe seçmişler, taç giyme töreni bile yaptılar. Ben şımarmayayım da, kimler şımarsın? Bunun dışında bir de 25 yıldır süren Book Club’ımız oldu. Kuzguncuk’taki Patchwork Derneğimize katılan Amerikalı bir arkadaşımız, Book Club kurma fikrini ortaya attı, tabii o Amerikalı olduğu için okuduğumuz kitaplar İngilizce seçilmeye başlandı. Bizim Patchwork Derneği’nde Üsküdar Amerikanlı Berrin Karaoğul Yazıcı (1964) da vardı. Fitnat Tansuğ Kınran (UAA’61) ile başlayarak her birimiz bir class mate, yani bir tanıdık davet etmeye başladık. Zaman içinde bir baktık ki, tüm Book Club neredeyse Üsküdarlılardan oluşuyor. Düzenli aralıklarla bir araya geliyor seçtiğimiz kitabın üzerinde tartışıyoruz. Çok keyifli oluyor.
Dernekte liderliğini yaptığın projemiz UAA Alumni Book Club’ı da hayata geçirdin. Bildiğim kadarıyla şimdiye kadar iki kere buluştunuz, nasıl geçti?
Şimdilik grubumuz küçük, ama gelen herkes çok zevk aldı. Buluşmamızı Kinney Cottage’da gerçekleştirdik. Şu an “Birds without Wings” diye bir roman okuyoruz, Louis D. Bermieres’in kitabı. Çok güzel bir kitap çünkü bizimle ilgili, Anadolu’yu anlatıyor, Atatürk’ü anlatıyor… Şu an en küçüğü 2016, en büyüğü 1967 mezunu bir grubuz. Aramıza yeni mezunlarımız da katılırsa çok mutlu oluruz.
Neşe Ablacım, son olarak genç kardeşlerimiz için “hayat aklı” alalım senden…
İnsan okuldan ilk ayrılırken, okulun ne kadar kıymetli olduğunu anlamıyor, ama yıllar geçince geriye baktığında görüyorsun. Tüm genç kardeşlerimizin, okudukları okulun kıymetini bilmelerini isterim. Bir kere çok iyi üniversitelere hazırladı bu okul gençlerimizi. Çok kültürlü, dünyaya bakış açısı bu kadar geniş olan kişiler yetiştirdi. Çalışmadan hiçbir şey olmuyor. Ben iş hayatına büyük bir çaba sarf etmeden, bir tanıdığımızın aracılığıyla başladım, ama başladıktan sonra yaptığım işlerin hakkını vermek için çok çaba gösterdim. Yaptığım işte ne zaman bir adım öne gitsem, benim müdürlerim hep “Üsküdar Amerikanlı tabii” dediler. Çok gurur duydum Üsküdar Amerikanlı olmaktan. Şu an okul için bir şeyler yapıyorsam ne mutlu bana. Disiplinden çok şikâyetçi bazı gençler. Oysa başarının yolu disiplinden geçer. O kurallar, uzun yılların tecrübeleri sonucu koyulmuştur.Ayakkabıdan kıyafete, saç boylarından şekillerine, dış görünüşlere ve özellikle zamanlamaya özen gösterirlerse, toplum içinde saygın bir yer edinirler.Öte yandan, her şey planladığımız gibi olmuyor; elimizden gelen çabayı gösterelim, ama gerisini oluruna bırakalım. Kendini elinde olanlarla tatmin etmeyi bilmek, karalar bağlamamak lazım. Bir de her zaman herkese söylediğimi söylemek istiyorum; doğru olun, dürüst olun ve başınızı hiç eğmeyin. Aynı bizim Alma Mater’ın son dizeleri gibi: Be pure, unselfish, true and noble…
Neşe Ablanın şiir defterinden…
Dünyamız bir büyük sofra
Tatlı, tuzlu, acısıyla
Her birimiz bir ucundan yiyoruz lokma lokma
Tanrı yaratmış bunları kullar nasiplensin diye
Uzat elini sen de ye
Ama bu hırs, telaş niye
Üşüşme bal üstünde azgın arılar gibi
Çekinme daldır kaşığını sen de
Al nasibini
Ne hep bana ne hep sana
Yiyelim birer lokma
Paylaşalım kalanları
Doymasan da aç kalkma
Az ise tabaktaki aş
Koş, uğraş, bekleme versinler diye
Çalış, çabala
Neşesiyle, hüznüyle bu sofra hepimizin
Tatlısıyla, tuzlusuyla
Bu sofra hepimizin