Dile kolay, tam 168 kitabın dilimize kazandırılmasında onun emeği var. “168 kitap okuyana aydın diyorlar bu memlekette,” diyor Seçkin Selvi, biraz müstehzi bir şekilde. Edebiyat çevirilerinin niteliğini belirleyen temel unsurunsa, çevirmenin yazar kumaşına sahip olup olmamasından kaynaklandığını söylüyor. Edebi bir eseri kendi anadiliyle okumayı tercih eden geniş kitleler, yazarla ilgili kanaatlere de çevirinin iyi yapılıp yapılmamasıyla varabiliyorlar ancak. Diğer bir ifadeyle, yazarın kaleminin gücü çeviriye de yansıtılmamışsa veya anlatmak istediği doğru şekilde aktarılmamışsa, o kitabın ve tabii yazarın okur tarafından tanınmasının önü de kapatılmış oluyor. Bugün Márquez’den Auster’e, Jack London’dan Doris Lessing ve Nadine Gordimer’e dünyanın önde gelen yazarlarının eserlerini, sanki Türkçe yazmışlarcasına okuyabiliyorsak eğer, biraz da çevirmeni sayesinde. 61 yıldır bu mesleği yürüten; yaptığı işe gösterdiği hassasiyet ve ilkeleri nedeniyle, çevirdiği kitapların yazarları kadar takdir toplayan bir isim Seçkin Selvi. Adına edebiyattan tiyatroya, gazetecilikten öğretmenliğe kadar birçok alanda rastlayabileceğimiz Selvi, bugün eğer bu mesleği yapıyorsa, bunda Üsküdar Amerikan’da aldığı eğitimin ve çeviri öğretmeni Seniye Pakalın’ın büyük rolü olduğunu belirtiyor.
Dilerseniz, biraz gerilerden, okul yıllarınızdan başlayalım. Üsküdar Amerikan Lisesi’ne girişiniz nasıl gerçekleşti?
Üsküdar’a gelişim ilginçtir. Babam, Ankara Numune Hastanesi’nde doktordu. Babamın yakın dostu Operatör Doktor Nimet Taşkıran’ın kızı, -Ara Gürel’in son eşi- Suna Taşkıran, Arnavutköy’de okuyordu. Ben de Arnavutköy’de okuyacaktım. Ama Nimet Amca, “Orada 77 adlı partiler veriliyormuş, erkek kolejinin öğrencileri de geliyormuş” dedi. O dönemde aileler, her ne kadar aydın olsalar da biraz daha kapalı ve korumacıydılar. Nimet Amca’nın sözleri üzerine benim Üsküdar Amerikan’a gitmeme karar verdiler. İyi ki o kararı vermişler. Hayatım çeviriyle uğraşarak geçti, bir yandan da editörlük yapıyorum. Çeşitli okullardan mezunların yaptığı çeviriler geliyor. En iyi İngilizce hâlâ bizim okulda öğretiliyor. Ben çok şanslıydım, efsanevi bir çeviri hocamız vardı; Seniye Pakalın. Hep söylerim, ekmek paramı onun sayesinde kazanıyorum. Hukukçuydu, bize de tercüme dersine geliyordu. Onun öğrettiği temel o kadar derine işlemiş ki, hâlâ o şekilde gidiyor.
Küçük yaşta ailenizden koparak İstanbul’a geldiğiniz için zorluk çektiniz mi?
Babamın birkaç arkadaşının kızı orada okuyordu. Ablam ve teyzelerim de İstanbul’daydılar, o nedenle fazla zorluk çekmedim. Daimi yatılıydım ve bunun çok faydasını gördüm. Kız kardeşlerim ailemin yanında okudular ve benim kadar ayaklarının üzerinde duramadılar. Ailenin yanında olmakla, yaşamın sorumluluğunu üstlenmek farklı bir şey… Yalnız olunca ne yapacaksınız, kendiniz yapıyorsunuz.
Okul günleriniz nasıldı?
Okul pek hoştu. Biz sınıfta 15-20 kişi kadardık ve daimi yatılıydık. Okul, o zamanlar bugünkü gibi resmi bina havasında değildi; mor salkımlar, erguvanlar vardı… Chapel vardı mesela, o yıkılmış. Reunion’larda gidiyorum ve okulu tanıyamıyorum. Bornozlarımızı giyerek, yatakhaneden öndeki kırmızı binaya, hamama giderdik. Kurnalı bir hamamımız vardı, hâlâ var mı, bilmiyorum… Yatılı öğrencilerin bir rutini vardı. Cumartesi günleri, öğretmenin de biletini alma koşuluyla Beyoğlu’nda bir sinemaya gidilirdi. Üsküdar’dan daha ziyade Kabataş’a, ara sıra da Beşiktaş’a geçer, oradan sinemaya gider, sinemadan çıktıktan sonra aşağıya, Karaköy’deki Baylan’a yürünür, Kup Griye yenir, ondan sonra da vapura binilerek Üsküdar’a geçilirdi. O gün kurulan arkadaşlıklar hâlâ sürüyor. Arkadaşlarım, ayda bir kez toplanıyorlar, bense çalıştığım için senede bir ya da iki kez katılabiliyorum. Ama Reunion’lardan sonra bir geleneğimiz oluştu, Reunion’u takip eden günlerde, üç ya da beş günlüğüne bir yerlere gidiyoruz. Bodrum’a, Büyükada’ya ve Kıbrıs’a gittik.
Profesyonel olarak çevirmenliğe 60 yıl önce, bir tiyatro oyunuyla başladınız…
60 değil, 61 yıl önce. Güner Sümer, benim çocukluk arkadaşım. Çocukluğumuzda sürekli tiyatroya giderdik. Ankara’da tiyatro, bir sosyalleşme aracıydı. Sene başında bütün oyunların ve operaların biletleri alınırdı. Şimdi kalmadı o adet. Okulu bitirip döndüğümde, Ankara’da Sahne Z diye bir tiyatro kurmaya karar verdik. İlk özel tiyatroydu. Güner, “Şu oyunu bana çevirir misin” dedi. William Saroyan’ın “Hello Out There” oyunuydu. “Merhaba Dışardaki” diye çevirdim. Bu, tiyatro tozu yutmak gibi bir şey; hem tiyatro tozu hem de çeviri tozu yutup ikisinden de kopamadım.
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudunuz. Gazetecilik, yazarlık, editörlük yaptınız. Kariyeriniz nasıl şekillendi?
Dil Tarih Coğrafya’ya girdim ama mezun değilim, çünkü evlenip okulu bıraktım. Üniversite diplomam olmamasına rağmen üniversitede 15 yıl ders verdim. Devlet sektöründe de çalıştım; Etibank’ın Boğaz Atlama Projesi’nde Harici Siparişler Raportörlüğü yaptım. Sonra Şeker Şirketi Genel Müdürlüğü’nde Harici Siparişler’de çalıştım. Gazeteciliğe 1958 yılında, Yenigün gazetesinde başladım. Cihat Baban başyazardı. Ahmet Taner Kışlalı ve ağabeyi Mehmet Ali Kışlalı, Hıncal Uluç ve ağabeyi Öcal Uluç ile aynı gün gazeteciliğe başladım. Onlar devam ettiler, ben ara vererek sürdürdüm. Çocuk da bakarım, kariyer de yaparım pek olamadı. Ama bu arada kariyerimi evde sürdürüp çeviriler yaptım. 168 kitap okuyana ‘aydın’ diyorlar bu memlekette, şu anda 168’inci kitabı çeviriyorum.
Yaptığınız çevirilerde yazarın tarzını, anlatımını, dünya görüşünü yansıtmak son derece zor. Yazar kimliği bitip çevirmen kimliği nerede başlıyor?
Tabii, bunu yansıtmak gerekir, aksi takdirde bütün yazarlar Seçkin Selvi ağzıyla konuşur. Bu, hem yazara hem de okura saygısızlık. Benim bir kıstasım var; çevirmenlik için gelenlere hiçbir zaman hangi dili bildiğini sormadım; Türkçe’yi biliyor musun diye sordum. Çevirmen olmak için Türkçe’yi çok iyi bileceksiniz, bir de muhakkak yazar kumaşınız olacak. Yazar kumaşınız olmadan, takır tukur bir şey oluyor. Edebiyat çevirisiyle, kuramsal kitaplar çevirmek farklıdır. Yıllarca kuramsal kitaplar çevirdim, orada önemli olan iletidir. Edebi çeviriyse çok farklı: Yazarı kendi kimliğinden koparmadan ve tercüme kokmadan çevireceksiniz. Benim Paul Auster çevirilerimi okuyanlar, “bunu sanki Türkçe yazmış gibi çeviriyorsun” diyorlar, öyle olması lazım zaten. “Yüzyıllık Yalnızlık” da öyledir. Meslek hastalığı olsa gerek, artık çeviri kitap okuyamıyorum. Yıllar önce Cem Yayınları’ndan çıkan bir kitapta şöyle bir çeviriyle karşılaştım. “İki kişi, bir şişe votkanın üzerinde ısınırken kavgaya tutuştular.” Orijinalindeyse iki kişinin meyhanede oturduğu, votka içtiği, bir süre sonra sohbetin kızıştığı ve kavgaya tutuşulduğuydu. Böyle çeviriler de görüyoruz maalesef.
İletişim teknolojileri çok gelişti, herkes her şeyden haberdar artık. Yazarın yaşadığı dönemin koşullarından beslendiği göz önünde bulundurulursa, 60 yıl önceki edebiyatla bugünkü arasında nasıl bir fark var?
Eğer sağlam bir dünya görüşünüz varsa, hangi yıl veya yaşta olduğunuz fark etmeksizin güçlü yapıtlar verebilirsiniz. Baktığınız pencere doğru bir pencereyse, yeteneğiniz de varsa ortaya iyi bir şey çıkıyor. Bunun dışında kalanlar çok yüzeysel oluyor. Dediğiniz gibi iletişim araçları gelişti, ama iletişim çok yüzeysel kaldı. Google kültürü gelişti ve derinlik kalmadı. Mesleki deformasyon nedeniyle ara sıra Google Translate’e bakıyorum. Meryem için kullanılan “Our Glorious Lady” tanımlamasını, “Bizim Muzaffer Hanım” olarak çevirmişler. 12 Mart 1971’de çevirdiğim kuramsal yayınlardan dolayı hem Sağmalcılar hem de askeri hapishanelerde yaşamış biri olarak şunu söylemek isterim: Bu yüzeysellikten kurtulmak gerekiyor. Çevirdiklerimden dolayı, üstelik çevirdiğim kitapların orijinalleri satılırken hakkımda dava açıldı ve mahkemelerim hemen hemen 20 yıl sürdü. Özgür bir ülkede yaşarsanız, hapse düşmek travmatik olabilir; ama dışarıyla içerinin aynı olduğu ortamlarda, içeride olmanız daha iyi, çünkü gözaltına alınma derdi yok.
Paul Auster’in Türkiye’de yayımlanan 26 kitabının 14’ünü çevirmiş, altı tanesinin editörlüğünü üstlenmişsiniz... Sizce Auster nasıl bir yazar?
Paul Auster’in Türkiye’deki ilk kitabı da benim çevirim: Ay Sarayı. Benim çocukluğumdaki Hemingway’leri bir kenara bırakın, çünkü onlar ayrı bir kökten geliyor, Auster, genç kuşak Amerikalı yazarlar arasında ayrı bir önem taşıyor. Şimdi 71 yaşında, ama onun kuşağı içinde, Amerikalı olmanın ezikliğini aşabilmiş, Amerika’nın eleştirisini yapıp ondan sonra bir yere varmış bir adam. O yüzden doğrulara yönelir. Bir de çok akıcı bir dili var; hiçbir zaman süslü püslü cümleler kurmaz, ama sanırım binlerce kelime yazıyor. Ben pek sözlüğe bakmam, ama Auster çevirirken sözlüğe bakma ihtiyacı hissediyorum, çünkü çok zengin bir dili var.
Sevdiğiniz iki yazarın, Márquez ile Auster’in ortaklaştığı veya ayrıştığı noktalar neler?
Benzetmek gerekirse Márquez, Yaşar’a (Kemal) benzer, çünkü ikisi de sözlü kültürden, masallardan geliyorlar. Yaşar’la Márquez çok paralel, ikisi de büyülü. Paul Auster ise onlar gibi değil; hayatının bir döneminde Fransa’da bulunmuş, bugünün Brooklyn’inde yaşayan bir yazar. Dünyaya bakış açıları aynı, ama anlatımları farklı. Bir ortak noktaları daha var: İkisi de çok yakışıklı.</p
Aynı zamanda tiyatroyla ilgileniyorsunuz. Genç nesil tiyatrocuları nasıl değerlendirirsiniz?
Genç tiyatrocular müthiş bir şekilde geliyorlar. Tabii içlerinde çok toy olanlar, kapıya tiyatro tabelası asınca tiyatro olduğunu zannedenler de var. Ama o kadar yetenekli gruplar da var ki, mesela benim en yetenekli öğrencim, Kumbaracı 50’yi kuran Yiğit Sertdemir… Önümüzdeki on yıllarda Türk tiyatrosunda ismi kalacak tek kişi bence. Onun gibi saymakla bitiremeyeceğim, yürekli, yetenekli ve bilgili insanlar yetişiyor. Dot, Tatavla, Kumbaracı 50 sanat ağırlıklı ve alternatif bir bakış açısıyla çalışıyorlar. Ben tiyatro eleştirisi dersleri verdim. Kuruluşundan itibaren beş sene Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde, 12 sene de Yeditepe Üniversitesi’nde ders verdim. Eleştirmenin uzun ve kısa vadeli rolleri vardır. Uzun vadede tarihe belge bırakır, kısa vadedeyse hem yapımcılara hem de izleyicilere kendince doğruları anlatır. Derslerimde, söylenilen her şeyin gerekçesi olması gerektiğini belirtiyorum. Gerekçesiz eleştiri olmaz. Eleştiri bölümlerinden mezun arkadaşlarımız, ancak akademik unvanlı oluyorlar ne yazık ki, çünkü yazdıkları şeylerin yayınlanacağı yer yok. Eleştiri yazarken, deneme yazar gibi yazıyorlar.
Okur-yazar-yayınevi üçgeninde çevirmenin adı pek anılmaz. Oysa onun sorumluluğu da en az bu üçgendeki her bir ayak kadar önemli değil mi?
Doğru, anılmıyor ama yavaş yavaş değişiyor. Eski yıllara döndüğümüzde okur, kitabının yazarına bile dikkat etmezdi. Yani o yazarın kitabını özel olarak, arayarak satın almazdı. Okur, çevirmen olmasa o yazarı nereden tanıyacak. Üstelik yazar sadece kendine sorumlu, çevirmense hem yazara hem de okura karşı sorumlu. Biraz da benim ısrarımla, son yıllarda kapağa çevirmen isimleri yazılmaya başlandı. Eskiden içeride küçücük verilirdi.
Şiir çevirdiniz mi hiç?
Hayır. O benim ilkemdir, roman çevirmek için nasıl yazar kumaşınızın olması gerekiyorsa, şiir çevirmek için de şair olmak şart. Benim çevirdiğim bir kitapta, iki-üç satırlık bir dize varsa, hemen Talat Sait Halman’a telefon eder ve ondan çevirmesini isterdim. O benim, şaire saygım, yoksa çevirirsiniz elbette. Şiiri şair çevirir, edebiyat çevirisini de yazar kumaşı olan yapar.
Peki, hiç Türkçe’den İngilizce’ye çeviri yaptınız mı?
Çevirdim ama edebiyat değil. O da benim ilkelerimden birisidir. Ben İngilizce’yi çok iyi bilirim. Ama yine de bu tür çevirileri ana dili İngilizce olan ve çok iyi Türkçe bilen birinin yapması şart. Grameri, kelimeleri doğru kullanarak çok iyi bir çeviri yapsanız dahi, bir şeylerin eksik olduğunu bilirsiniz. Çünkü o kıvraklık yoktur.
Genç mezunlara bir öneriniz var mı?
Yaşadıkları günü iyi değerlendirsinler. Yaşadıkları anı yaşayıp keyfini çıkartsınlar demiyorum. O ortamı iyi değerlendirsinler. Bir tek şey önermek istiyorum: Ben yetişirken haris olmak çok ayıptı. Şimdi ona ambisyon deyip bir erdem olarak sunuyorlar. Bence hâlâ çok ayıp bir şey. 16 yıl, bizim okuldan mezun Ayşegül Dora’nın (UAA’64) reklam şirketinde çalıştım. Yeni bir finans müdürü geldi. Bana, “Siz burada uzun zamandır çalışıyorsunuz, biz bir yere girdik mi, ertesi gün yeni bir işe girmek için temasa başlarız” dedi. Bizim zamanımızda bir yerde ne kadar eskiyseniz, o kadar muteberdiniz. Arkadaşlıklarınız ne kadar eskiye uzanıyorsa o kadar sağlam bir kişiliğiniz var demekti. Şimdi o kalktı, hayatımıza ambisyon lafı girdi. Önce ekmekler bozuldu gibi, bu ambisyon lafı her şeyi bozdu.