İzmir Amerikan Kolejinden 1955 yılında mezun olan Sezer Birsel Birkan, hukuk tahsilinin ardından mesleğini bir süre yaptıktan sonra İngilizce öğretmeni olarak çalışmış. Kendi köklü ve renkli aile hikâyesini kaleme aldığı “Üç Evlerin Öyküsü” kitabının da yazarı olan Birkan’dan tadına doyum olmayacak Kolej anılarını dinledik.
Yazı: Banu Kitiş Dağıstan (ACI’98)
“Başlangıçta üç ev vardı…” Sezer Birsel Birkan’ın (ACI’55) ailesinin hikâyesini yazmaya karar verdikten sonra defterine yazdığı ilk cümle buydu. Eşi Üner Birkan, Sezer Hanımı çalışma odasında yazı yazarken görünce kendisine de okumasını istemiş, “Ne kadar da güzel yazmışsın Sezerciğim” diyerek onu yüreklendirmişti. Bu kitabı yazması için onu motive eden bir diğer isim ise ağabeyi İsmet Birsel’di. “İsmet’le aramız 22 ay, ikiz gibi büyüdük. Mahmut ağabeyim de İsmet de küçük kardeşim Gün Birsel de eğitimleri için evden uzun yıllar uzakta kaldılar. Ben ise hep annemlerle beraberdim. Dolayısıyla anneannem, dedem, halalarım, amcam, dayım, kısacası kalabalık ailemizin fertleri anılarını hep bana anlattılar. Ben de buluştuğumuzda bu anıları İsmet’e anlatırdım. O da ‘Yahu Sezer, sen bunları yazsana’ derdi. Başta ‘Ben yazar değilim’ diye düşündüm ama sonra çocuklarımıza, torunlarımıza bu anıları aktarma fikri hoşuma gitti. Ağabeylerimden de anılarını yazıp bana göndermelerini istedim. Ben yazdım, kapağını ağabeyim İsmet Birsel’in ailemizi çizdiği bir resim süsledi, editörlüğünü de eşim Üner Birkan üstlendi. İşte ‘Üç Evlerin Öyküsü’ kitabı böyle ortaya çıktı.”
“ANNE BEN KIZ LİSESİNE Mİ GİTSEM?”
“Peki, Amerikan Kolejinde okuduğunuz yıllarda da yazmayı, edebiyatı sever miydiniz?” diye soruyorum. “Çok severdim” diye yanıtlıyor Birkan, “Kitap okumaya da bayılırdım. Okul bizim için bambaşka bir dünyanın kapısını açtı. Koleji ilk gördüğüm günü unutamam. Okula başlamadan önceki yaz annem, İsmet’le beni Ankara’ya anneannemlerin yanına gönderdi. Sene 1946. Döndükten sonra, ‘Seni Amerikan Kolejine vereceğiz’ dediler. Annem de Amerikan Kolejinden mezun olduğu için okula aşinayım, fakat giriş sınavı olduğunu duyunca biraz çekindim. ‘Kız Lisesine mi gitsem?' diye sorduğumda, annem kolejli kızların jimnastik yaptığını ve şort giydiğini söyleyerek beni ikna etti. Sonra da tuttu elimden, okula götürdü. Hiç unutmuyorum Green Theatre’ın arkasında kocaman bir çam ağacı vardı. Etrafa bakınıp çocuk aklımla manzara ne güzel diye düşünmüştüm. İşte Kolejli yıllarım böyle başladı.” İngilizce'yi Bob Allen metoduyla öğrendiğini söyleyen Birkan, bugün bile bu metodu ayrıntılarıyla hatırlıyor ve bize anlatıyor. İngilizceyi öğrenirken şarkıların da çok etkisi olduğunu belirtirken, “Şimdi bir parantez açıyorum” diyor ve anlatmaya devam ediyor: “Ben çok severdim şarkıları. Yümniye Yengem, 1947’de yılbaşı hediyesi olarak çok güzel bir defter vermişti. Ben onu song book yaptım. Öğrendiğim tüm şarkıları ona yazdım. Geçen sene telefonuma torunum Sinan ile beraber Spotify yükledik. O şarkı defterini de olduğu gibi oraya kaydettik. O kadar mutlu oldum ki… Artık çok severek dinlediğim bir listem var.”
Amerikan Kolejinde 1950’li yıllarda okuyan her öğrenci gibi Sezer Birsel Birkan da öğrenci sayısının azlığı nedeniyle öğretmenleriyle daha yakın bir ilişki kurma şansına erişmiş. Hafızasında yer eden öğretmenleri ve anıları soruyorum. Biyoloji öğretmenleri Samia Hanım'ın tahtaya çizdiği solunum sistemini şu an bile gözünün önüne getirebildiğini söylüyor. “Miss Clayborne’un dediklerini unutamıyorum, çok güzel evlilik nasihatleri verirdi. ‘Don’t marry to reform a man’ demişti. Ben bunu hemen deftere yazdım. Bir diğer unutamadığım sözü de; ‘There is no subtraction and division in a mother’s heart. There is only addition and multiplication’ idi.” Derslerin dışında kendisine en çok aşılanan değerlerden birinin çöp toplamak ve düzen olduğunu söylüyor Birkan. “Ortaokula geçince Committee on Order’daydım. Öğlen teneffüsünde Güler ile beraber her sınıfın çöp sepetini kontrol ederdik” diyen Birkan, Mrs. Blake’in çöp toplama konusundaki hassasiyetini şöyle anlatıyor: “Biz bahçede yayılmış vaziyette otururuz. Mrs. Blake ofis binasından çıkar, Parsons’a doğru yürür, orda bir çöp bulur, o çöpü alır, kendisi gider ve çöpe atar. Bize gelin çöpü alın demez, örnek olurdu. Ben şimdi bu yaşımda çöp atabiliyor muyum acaba? Aksine etraftan topluyorum.”
ÖNCE BEYZBOL, SONRA SQUARE DANCE
Bir diğer merak ettiğim konu da home-ec dersleri. O derslerde çok şey öğrendiklerini söylüyor Birkan. Sözü ona bırakıyorum: “Biliyor musunuz ilk ne öğrendik? Fıstık ezmesi. Bize fıstık ezmesi yaptırmışlardı. Sonra upside-down cake ve brownie. Hâlâ yaparım. Tabii Kolej o zaman evliliğe hazırlıyordu. Dikiş dersimiz vardı, hijyen vardı. Yatak yapma, hasta yatağı yapma, tırnakları düz kesme... Hepsini bu derste öğrendik. Demiştim ya okul bize yepyeni bir dünyanın kapılarını araladı. Mesela bize beyzbol öğrettiler. Beyaz ve kırmızı olarak iki takıma bölünür, oynardık. Çok zevkliydi. Öğrencilerle öğretmenler arasında da maçlar olurdu. Okulda en sevdiğim gün perşembeydi, çünkü square dance vardı. Öğlen teneffüslerinde klasik müzik çalınırdı, hoparlörle Parsons’dan yayın yapılırdı. Mrs. Blake bize müzik dersine gelirdi, bir plak çalar sonra da çalan eseri bilmemizi isterdi.”
Gelelim üniversite yıllarına… O dönem Amerikan Kolejinden mezun olduktan sonra üniversiteye gidenlerin sayısı çok az. Bunun iki nedeni var: İlki evlilik, ikincisi ise mezunların iyi İngilizceleri nedeniyle hemen iş bulup çalışmaya başlamaları. Sezer Birsel Birkan da okul biter bitmez arkadaşı Güler ile beraber hukuk fakültesine yazılır. O zaman imtihan yok. Bu bölümü seçmesinde avukat olan amcası etkili olur. “Ağabeyim Mahmut Birsel hukuk fakültesini bitirmiş. İsmet de hukuk okuyor. Amcama danıştım, ‘Evladım hukuk her şeyin kapısını açar’ deyince bu bölümde karar kıldım. Çok zevkle okudum. Avukatlık stajından sonra Tuslog’un hukuk bölümünde çalışmaya başladım. Amerikalıların hukukla ilgili bir sorunu olduğunda bana danışıyorlardı. İşimden çok memnundum fakat kızım Sedef’in o sırada bebek olması, eşimin askerliği ve ailedeki bazı sağlık sorunları nedeniyle bir sene sonra kendi isteğimle ayrıldım. Daha sonra eşimin Maliye’deki hesap uzmanlığı görevi nedeniyle farklı şehirlerde ve Paris’te bulunmamız gerektiği için doğru bir karar almışım” diyor. Tuslog’dan ayrılmasından sonra çalışmayı bırakmayan Birkan, Karşıyaka’daki Numune Kız Kolejinde İngilizce öğretmenliği yapar. 13 sene büyük bir mutlulukla bu okulda çalışır. Sohbetimizin sonuna gelirken hem çok değerli bir büyüğüm hem de benim de büyüdüğüm Zafer Apartmanından komşumuz Birkan’a “Kolej yıllarını özlüyor musunuz?” diye soruyorum. “Hem de nasıl” diye yanıtlıyor: “Rüyalarıma giriyor. Özlemle arıyorum. Bazen de düşünüyorum. Helva pikniği mesela. Bir Tayyar Vapuru vardı, şilep. Tüm okul oraya biniyor, kazanlar, aşçılar… Karantina Adasına gidiliyor, iniliyor, piknik yapılıyor. Yine o vapura biniliyor, şarkılar söylenerek geri dönülüyor. Olacak iş mi bu şimdi? Sonra çok güzel bir anım daha var. 1953’te İtalya gezimiz oldu. Lise 2’deyim, mezunlar, en küçük biz, birkaç öğretmen, Mr. Blake. Bir ay İtalya’yı gezdik. İnanılmayacak gibi değil mi?”
Gerçekten de öyle. Sezer Hanım'ın Kolej anıları bir rüya gibi, dinlemesi de okuması da çok keyifli…