Tıp doktoru olmak isterken ailesinin telkinleriyle yönünü arkeolojiye çevirmiş Ülkü İzmirligil. Side Antik Kenti başta olmak üzere birçok kazıya katılarak, geçmişin izlerinin bugüne taşınmasında rol oynamış. Şimdi emeklilik günlerinin tadını çıkarıyor ve yoğun temposu nedeniyle ötelemek zorunda kaldığı yurt içi gezilerini gerçekleştiriyor (pandemiden önce). UAA’ya başladığı ilk günler ve oradaki öğretmenler ise dün mezun olmuşçasına hafızasındaki tazeliğini koruyor ve okulun kendisine disiplinli olma, şartlara uyum sağlama, mücadele etme gibi birçok değer kazandırdığını söylüyor.
Ülkü Hanım, sizi biraz geçmişe götürerek başlayabilir miyiz? Çocukluğunuzu nerede geçirdiniz, nasıl bir ailede, ortamda büyüdünüz?
1941 yılında İstanbul’da doğdum. Babam ticaretle uğraşırdı, annem ev hanımıydı. Eğitim hayatım, İstanbul’daki Işık Lisesinin (Feyziye Mektepleri) ilkokulunda başladı. Bu dönemde, kış aylarını Osmanbey’de, yaz mevsimini ise Sarıyer’de, dedemin köşkünde geçirirdik. Çevresi meyve ağaçlarıyla dolu, yeşillikler içindeki bu ev, benim için adeta bir özgürlük alanıydı.
Üsküdar Amerikana girişiniz nasıl oldu? Okulda o yıllarda nasıl bir eğitim ve ortam vardı? Hatırladığınız ve sizde iz bırakan öğretmenleriniz kimlerdi? Hangi derslere ilginiz vardı?
1952 yılında, eski adı Üsküdar Amerikan Kız Lisesi olan okula girişim, ilkokul notlarımızın değerlendirilmesiyle gerçekleşti. Okula ilk gittiğimde, geniş ve yeşil bir bahçe içinde yer alan çeşitli binaların ev ortamı görünümünde olmasından etkilendim. Eğitim, çok disiplinli ve aynı zamanda sıcak bir ortamda gerçekleşiyordu. Okul Müdürü Miss J. E. Martin, öğretmen olan babasının Adana’nın Haçin kasabasına tayiniyle 12 yaşına kadar burada kalmış, Türkçeyi ana dili gibi öğrenmiş biriydi. Uzun seneler Anadolu’da kaldığı için bizim gelenekleri çok iyi benimseyen, iyi bir idareciydi. Müdür Yardımcısı Semiha Malatyalıoğlu, öğrencileriyle yakından ilgilenen, değerli ve örnek bir insandı. Eğitimim boyunca etkilendiğim öğretmenler; Seniye Pakalın (İngilizce), Miss Millett (İngilizce), Mrs. R. W. Campbell (Sanat Tarihi), Hikmet Omay (Tarih), Miss. Wheeler (Kimya) ve Sungur Acar (Coğrafya) ve mezuniyet sırasındaki müdürümüz Miss Morgan sayılabilir.
O yıllarda kadınlar için üniversite eğitimi hâlâ ender görülüyordu… Üniversite eğitimi, özellikle de arkeolojiye nasıl karar verdiniz? Ardından Mimarlık eğitimi… Üniversite eğitimlerinize ve sonrasındaki akademik çalışmalarınıza nasıl başladınız ve devam ettiniz?
Öncelikle bir konunun altını çizmek isterim. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren kadınlar üniversitelerde okumaktadır. Üsküdar Amerikan Kız Lisesini 1959 yılında bitirdikten sonra, doktor olmak istiyordum; ancak ailem tıp eğitiminin çok yorucu olduğunu düşünerek beni vazgeçirdi. Lise yıllarında tarihe ve sanata ilgi duyduğumdan, İstanbul Üniversitesi Klasik Arkeoloji Bölümüne girdim. O yıllarda ek sertifika alma zorunluluğu olduğu için Bizans, Türk İslam ve Prehistorya sertifikalarını aldım. Bölüm Başkanı Ord. Prof. Arif Müfit Mansel denetiminde hazırladığım lisans tezini tamamlayıp sınavı geçtikten sonra, daha önce staj yaptığım İstanbul Arkeoloji Müzesi Klasik Bölümünde iki yıl çalıştım. Bu dönemde müze eserlerini yakından tanımak, kurtarmak ve kazılarda görev almak bana deneyim kazandırdı. Çalıştığım kazılarda mimarinin, ören yerlerinde bütünü değerlendirmede önemli bir yerinin olduğunu gördüğüm için mimarlık eğitimi almaya karar verdim. Işık Mühendislik ve Mimarlık Yüksek Okulunu 1970’te bitirdim. 1971 yılında Prof. Dr. Cevat Erder’in önerisiyle Roma’da “International Council on Monuments and Sites (ICCROM) / Kültürel Varlıkların Korunması ve Onarımı Araştırma Merkezi”nin altı aylık Mimari Restorasyon kursunu tamamladım. Ardından İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümünde Türk Tarih Kurumu adına arkeolog-mimar kadrosuyla 11 yıl çalıştım. Bu sırada birçok kazıda görev aldım. Side, Perge, Selçikler, Cremna, Samsat kazılarında Prof. Dr. Mansel, Prof. Dr. Jale İnan, Dr. Nezih Fıratlı ile çalışmalar bana deneyim kazandırdı.
Türkiye’den ICCROM ile sizin ilişkiniz hangi yıllarda nasıl başladı, nasıl gelişti anlatır mısınız?
Uluslararası bir sivil toplum kuruluşu olan ICCROM’un Türkiye ile ilişkileri çok eski yıllara dayanır. Her yıl koruma alanında düzenledikleri çeşitli ihtisas kurslarına üye olan her ülkeden katılımcılar gelir. Mimariyi bitirdiğim yıl, yüksek lisansımı ODTÜ’de yapmak istedim. Fakat o yıllarda dışarıdan öğrenci kabul etmiyorlardı. Prof. Dr. Cevat Erder’in bana ICCROM’un mimari restorasyon kursuna katılmamı teklif etmesiyle birlikte çalışma hayatımın yönü de belirlendi, kuruluşla ilişkim böyle başladı. Prof. Erder, daha sonra ICCROM’a müdür olarak seçildi. 1983’te Kültür Bakanlığına geçtikten sonra hemen hemen bütün Genel Kurul toplantılarına katıldım.
Türkiye’deki arkeoloji çalışmalarına ICCROM ile kurduğunuz ilişkilerin nasıl bir etkisi oldu, bugün ICCROM ile nasıl bir ilişkiniz var?
Türkiye’deki eski eserleri koruma konusunda, ICCROM’un maddi destek ve işbirliği olmuştur. Koruma alanında bilinçlendirme görevi çerçevesinde, restorasyon ve konservasyon laboratuvarında, pek çok sergi, konferans ve seminer düzenlenmiştir. Sağlanan burslarla, bu alanda çalışan uzmanlar, yurt dışında düzenlenen kurslara katıldılar. Bunlardan Göreme’de 1993 yılında yapılan çalışmalar, uluslararası bir seminerde değerlendirilmiş ve sonuçlar yayınlanmıştı. 1995’te ise arkeolojik alanda çıkan mozaiklerin yerinde korunması için İstanbul’da ve Side’de bir kurs düzenlenmişti. Ayrıca Ayasofya'nın mozaik onarımı çalışmalarında ICCROM'un katkıları olmuştur.
Eskiden Kimyahane denilen kurumdan modern bir merkez olarak İstanbul Restorasyon ve Konservasyon Merkez Laboratuvarının Kurucu Müdürlüğü gibi çok önemli bir görevi üstlendiniz ve öncüsü oldunuz. Bu merkezin kuruluşunu, önemini, sizin buradaki çalışmalarınızı ve bugünkü durumunu biraz anlatabilir misiniz?
Topkapı Sarayı’nın dış avlusunda Kimyahane binasının kuruluşu, 1930’lu yıllarda olmuştur. Hatta Avrupa’da en eski konservasyon laboratuvarları arasında yer aldığı bilinmektedir. Topkapı Sarayı’nın eski Has Fırını ve Fodla Fırını olarak kullanılan bu yapı, onarılarak eski eserleri koruma amacıyla, İstanbul Arkeoloji Müzesine bağlı olarak kurulmuştur. Ancak bu kuruluş Türkiye’de yetersiz kaldığından, Kültür Bakanlığı Merkez Restorasyon ve Konservasyon Laboratuvarının kurulmasına karar verilmiştir. 1983 yılında, bu teşkilatı kurmak üzere Kültür Bakanlığından gelen teklifi kabul ederek, İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümünden ayrıldım. Merkezi bir laboratuvar kurma düşüncesi, beni hem çok heyecanlandırmış hem de büyük bir sorumluluk yüklemişti. İşe öncelikle Avrupa’da kurulmuş olan bu tip laboratuvarları inceleyerek başladım. Hangi bölümleri kapsadığı, çalışanların nitelikleri gibi ayrıntıları araştırdım.
Side Antik Kenti’nin hayatınızda önemli bir yeri olmuş. Side’de çalışmaya nasıl başladınız, kaç yıl sürdürdünüz, bu çalışmalarınızı ana hatlarıyla özetleyebilir misiniz?
Side Antik Kenti çalışmalarının hayatımda önemli yeri bulunmaktadır. Side kazısına ilk defa 1963 yılında öğrenci olarak katılmıştım. O sırada Selimiye, küçük bir köydü. Prof. Mansel ve Prof. Dr. Jale İnan’ın 1947’de başlatmış olduğu kazıların bir devamıydı. 1983’te Kültür Bakanlığı tarafından benim görevlendirdiğim tiyatro ve çevresindeki kazı, onarım ve düzenleme çalışmaları 2009 yılına kadar sürdürüldü. Sınırlı ödeneklerle her yıl yaklaşık iki-üç ay çalışabildiğimiz kazı, zor şartlarda yapılabildi. Zaman zaman müteahhitlerin müdahalesiyle, onaylamadığımız işlemler yapıldı. Buna rağmen tiyatro ve çevresi düzenli bir hale getirildi. Daha sonra Eskişehir Anadolu Üniversitesinin desteğiyle ele alınan Side Kazısı'nda çok verimli çalışmalar yapıldı. Prof. Dr. Zeynep Ahunbay ile 1977-1991 yılları arasında, Apollon Tapınağı’nın onarım çalışmalarının yapıldığı sırada aynı ekipteydik. Ayrıca Ayasofya Bilim Kurulunda 1993 ila 2006 yılları arasında birlikte çalıştık.
Bu antik kentin dünya ve Anadolu tarihi için önemi kuşkusuz, peki sizin hayatınızda nasıl bir yeri ve önemi var?
Side’nin hem Anadolu hem de dünya tarihinde önemi var. İlk çağlarda bölgenin ticaret ve savaş filolarıyla güçlü bir liman kenti olan Side’nin M.Ö. 7. yüzyılda Kyme’nin bir kolonisi olarak kurulduğu söylenir. Tarihi kalıntılardan, Helenistik, Roma ve Bizans devirlerini geçirdiği anlaşılır. Grekçenin Anadolu’da yaygın olduğu dönemde bile Anadolu kökenli dilini kullanmakta ısrar eden tek Pamphylia kenti olan Side, bu dilde “nar” anlamına gelmektedir.
Son yıllarda neler yapıyorsunuz? Çalışmalarınıza devam edebiliyor musunuz?
Son yıllarda, alandaki çalışmalara devam etmemekle birlikte takip etmeyi sürdürüyorum. Çalışma hayatımda birçok yurt dışı görevim oldu. Bu toplantılar çok yoğun olduğu için Türkiye’yi gezme fırsatım olmuyordu, emekliliğimde bu gezileri yapmaya çalışıyorum.
UAA mezunlarında, zorluklara rağmen ilklere imza atmak ve yapılmayanları hayata geçirmek gibi özelliklere tanık oluyoruz. Üsküdar Amerikanın hayatınızdaki yeri ve etkisi hakkında neler söylemek istersiniz? Okuldaki arkadaşlıklarınız ve dostluklarınız sürüyor mu?
UAA’nın hayatımdaki etkisi çoktur. Disiplinli çalışma, mücadele etme, her şarta uyum sağlama gibi… Sınıf arkadaşlarımla görüşüyoruz; İstanbul grubu ile ayda bir defa toplanıyoruz. Ankara grubunun da toplandığını biliyorum. Ancak bir senedir pandemi nedeniyle sadece telefonla görüşebiliyoruz.