“Masa değil, saha insanıyım”
Sekiz yıldır Robert Kolejin Türk Müdürü olarak görevini başarıyla sürdüren Nilhan Çetinyamaç ile ACI’daki öğrencilik günlerinden öğretmenlik mesleğine, kurucu müdür unvanıyla 18 yıl İzmir SEV’de bulunmasından Robert Kolejdeki görevine uzanan keyifli bir sohbet yaptık.
Hocam sizi ACI’daki öğrencilik günlerinize götürsek, okula girişiniz nasıl olmuştu?
Okula girişim babamın hikayesine dayanıyor. Babamın babası Devlet Demiryollarında memurdu, Alsancak’ta oturuyorlardı. Babamın mahalle arkadaşlarından birçoğu Saint Joseph’te okumuşlar. Babam ise dedemin kısıtlı imkanları nedeniyle kendisi gidemediğinden, arkadaşlarının Saint Joseph hikâyelerini dinleyerek büyümüş. Babam askeri okula giderek subay olmuş. Ta o yaşlardan, bir gün kızı olursa onu İzmir Amerikan Kız Kolejine göndermeyi istiyormuş. Ben çocukken Ankara’da oturuyorduk, İzmir Amerikan Koleji’ni hiç görmemiştim, nasıl bir okul bilmiyordum, ama biri sorduğunda, ACI’ya gideceğim derdim. Yani babam aklıma kazımış ACI’yı. O zamanlar babam Ankara’da, Genel Kurmay’da Muhabere Bölüm Başkanı Kıdemli Albaydı. Gelecek vadeden bir subaydı, paşa olma ihtimali vardı ve bunun için dört beş yıl daha çalışması gerekiyordu. Babam ACI’da okuyabileyim diye erken emekli olup paşalıktan vazgeçti. Ablamı, maalesef sınava girme yaşı geçtiği için gönderemedi. Böylece İzmir’e döndük. Allahtan ben de sınavı kazandım; kazanamasaydım çok üzülürdü herhalde. Sonraları iki oğlum ACI’dan mezun olurken ikisinin de mezuniyetlerine geldi. En mutlu günüydü onların mezuniyeti. Küçük oğlumun mezuniyetinde yerinden fırlayıp koştu, sarıldı öptü. Aslında “babamın hayali indi o merdivenlerden” diye düşündüm. Gerçekten sınırlı imkânlarla ACI’da okuttu beni. Emekli oldu, ek işler yaptı, sırf beni okutmak için. O zamanlar hiç aklımıza gelmedi burslara başvurmak, eminim o yıllarda da vardı burs imkânları. Bizim iki nesil ACI mezunu olmamızın hikâyesi, babamın hayaliyle başladı.
ACI’da nasıl bir ortamla karşılaştınız; hayal ettiğiniz gibi bir okul oldu mu?
Rüya gibi bir okuldu. Ben 1975’te girdim okula; hâlâ öğretmenlerimizin bazıları misyonerdi. Vakfın eğitim direktörü ve SAC’nin kurucu Headmaster’ı Whitman Shepard’ın babası Mr. Shepard (Fredrick) okul müdürümüzdü; annesi İngilizce, ablası ise matematik öğretmenimdi. İdeallerin olduğu, en iyinin yapılmaya çalışıldığı bir okuldu. İçinde bulunduğumuz eğitim sisteminden kopukmuşuz, tabii olumlu şekilde kopukmuşuz. Ayrı bir dünya yaratılmış orada. 50 yıl önceden bahsediyorum. Beysbol, badminton oynadığımız, brownie day’ler, havuçlu kekler yaptığımız, çok özel bir eğitim aldık. Okulda dikiş dikmeyi, nakış yapmayı, bebek bakmayı, sofra kurmayı, sağlıklı menü oluşturmayı öğrendik. İngilizce eğitim için gerçekten çok yetkin öğretmenler vardı. Eksiklikler yok muydu? Fen programlarında yabancı öğretmen bulmakta zorlanılıyordu. Hatta Finlandiyalı bir fenci hocamız vardı; İngilizcesi orta seviyedeydi, biz de Fince anlamıyorduk... Kız okulunda olmanın artıları da vardı, eksileri de. Eksilerinden biri karşı cinsi tanımamaktı; bunun, ben de dahil bazılarımızın evliliklerine yansıdığını düşünüyorum. Ben de okulun hemen ardından üniversitede evlenenlerdenim. Artısıysa, erkeklerden sakınarak geri durmamız gerekmedi. Özellikler ergenlikte kızlar, erkeklerin güçlü olduğu alanları görünce biraz geriye çekilirler. Bizse her şeyi yapabiliriz diye öz güven patlamasıyla büyüdük ve bunun olumlu etkisini gördük diye düşünüyorum. Beceri temelli bir okuldu o günlerde, akademik tarafı vardı tabii, ama sınav kaygısı yoktu. Toplum hizmeti çok önemliydi. Sosyal sorumluluk duygusu çocuklara küçüklükten işlenmesi gereken bir şey. Yardım etmek, hizmet etmek, bizim kolejin çok kıymetli bir mottosudur. “Enter to Learn Depart to Serve”, o dönemde mezun olanların bilinçaltına kazınan bir mottodur.
Lisedeyken öğretmen olmak gibi bir planınız var mıydı?
Ne hayalimde vardı ne planımda. Yıllardır öğretmen ve yönetici olarak birçok eğitime katılıyor, öğretmenlerle çalışıyorum. Buralarda sorulduğunda çoğu kişi daha çocukluktan öğretmen olmak istediğini söylüyor. Böyle bir hayali olmayan üç beş kişiden biriyim. “Amerikan Kolejinden mezun olup da öğretmen mi olacaksın,” diye bir yaklaşım vardı. Öğretmenliği alt kategoride bir meslek algılamaya dair kalıplar var ne yazık ki. Biz de o zamanlar öğretmenliği bir ihtimal olarak görmedik açıkçası. Ama yaşam beni bu mesleğe taşıdı. Aslında hukuk okumak istiyordum. Fakat sınavda bir soruyla kaçırdım, İzmir dışında hukuk bölümlerine yetiyordu puanım, ama yazamamıştım. Çünkü her konuda beni destekleyen açık fikirli babam, İzmir dışında okumamı istemedi. Şehir dışında okutamam, çok yoruldum dedi. Onun yoruldum demesi kırılma noktam oldu. Tercihlerimi Ege Üniversitesi Hukuk ile İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümlerine yaptım; böylece dil okumaya başladım. Üniversiteyken evlendim ve çalışmaya öğretmenlikle başlayayım dedim. Başlayınca da ne kadar sevdiğimi anladım. Öğretmenlik muhteşem bir meslek; gençlerle, enerjiyle ve birilerinin yetişmesine destek olmakla ilgili. Çok geliştirici bir meslek, sürekli öğrenmek çok keyifli ve sonu yok, başladıktan sonra çok sevdim öğretmenliği.
Nasıl başladınız öğretmenliğe?
Mezun olur olmaz ilk önce ACI’da öğretmen olmak için koşturdum. Buna dair bir hikâyem de var. Enter to Learn Depart to Serve diyoruz ya, ben üniversiteden diplomayı aldım, arkadaşım Müfide (van der Hoeven ACI’83) de Türk Dili ve Edebiyatı okumuştu. Onu zorla ikna ettim; “Öğretmenliğe okulumuzdan başlayalım,” dedim. O da “Bizi alırlar mı, yeni mezun olduk,” dedi. Mezun olduğumuz hafta Müfide ile birlikte okula gittik. Benimki olmadı, ama Müfide’yi direkt işe aldılar. Çünkü ACI mezunu Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni çok nadir bulunuyordu. İngilizce öğretmenleri yabancı olsun istiyorlardı, üstelik deneyimim de yoktu. Bugün yönetici olarak ben de almazdım, ama o gün yıkıldım tabii. Enter to Learn Depart to Serve, koşmuşum gelmişim; fakat mülakata bile giremedim. Ardından 10 yıl İngilizce öğretmenliği, bölüm başkanlığı yaptım. Hatta ilk işimde (1987) İngilizce’yi ACI’daki gibi öğretmeye çalıştığım için okul beni kovdu. Tencereler tavalarla giriyorum sınıfa, şarkılar söylüyoruz, yerlere oturuyoruz, oyunlar oynuyoruz. “Sen ne yapıyorsun hocam” dediler; “ben ne yapıyorum” dedim kendime... Hayatta teoriyle pratiğin ne kadar ayrı olduğunu, bizlerin çok farklı bir dünyada yetiştiğini o zaman anladım. İkinci okulda ise çok şanslıydım. ACI'yı örnek alan bir okuldu; orada da ACI mezunuyuz ya, al ne yaparsan yap, şeklinde oldu. İngilizce müzik ve tiyatro kulüpleri kurduk. Yani kendi bildiğimiz, gördüğümüz her şeyi yaptık, çok takdir edildi. Çok güzeldi.
ACI kampüsüne İzmir SEV kurucu müdürü olarak döndünüz ve 18 yıl devam ettiniz, bu macera nasıl başladı?
Mesleğimde onuncu yılımdı, 1997’de ilköğretim yasası çıktı ve yabancı okulların ortaokul bölümleri kapanmak zorunda kaldı. SEV Mütevelli Heyeti ve yönetimi çok doğru bir kararla aynı yıl ana sınıfından 8. sınıfa kadar eğitim verecek SEV İlköğretim Okullarını kurma kararı aldı. Açılış için çok kısa bir zaman vardı gerçekten, Nisan ayında mülakatlar yapılmaya başlandı. Çok yakından takip ediyordum, çünkü büyük oğlum Osman Can’ı İzmir SEV’e kaydettirme hayalim vardı. Sonra öğretmen ve yönetici alınacağını, mülakatlar yapıldığını duyduk ve başvurdum. Mr. Chalfant vardı o zamanlar çok kıymetli bir insandı, onu da birkaç yıl önce kaybettik... Boğaziçi Üniversitesinden bir kurulla anlaşmışlar, onlar yapıyorlardı mülakatları... Hayatımın da zor bir dönemiydi, evliliğimde sıkıntılar vardı, küçük oğlum daha 1 yaşındaydı. Gideceğim yön çok önemliydi benim için; hem maddi hem manevi olarak. Pek umutlu değildim ama mülakatlara girdim. Çok daha tecrübeli mezunlar vardı. Böyle düşünürken müdürlük teklif ettiler; benim için hayatımın en büyük olayıydı. Hemen gelmelisin dediler, Vakfın da çok acelesi vardı, çünkü altı ay sonra okul açılacaktı. Ama eski okulumda öğrencilerimi ortada bırakamam dedim, içim el vermedi. Onlar da başka bir müdür buldular. Yine yıkıldım, ama evrenin düzeni diyorum, çünkü Temmuz ayında tekrar çağırdılar. Hiç yöneticilik deneyimi olmayan bir öğretmeni Kurucu Müdür olarak seçmişlerdi; mezunu olarak bu ailenin bir parçası olmak etkili olmuştu belki. 18 yıl boyunca elimden geleni yaptım. Hem kendim büyüdüm, geliştim hem de kurumu büyütmek için çalıştım. Çok keyifli çalışma dönemi oldu, hayatımın en büyük deneyimlerini edindim...
Hocam bir okulun Kurucu Müdürü olmak zor mudur, neler yaşadınız?
1997 yılının Eylül ayında okul 140 öğrenciyle açıldı; 2015’te ayrılırken 900’e yaklaşıyorduk. İlköğretim olarak o zaman tek müdür vardı. Büyük deneyimlerdi, çok heyecanlı bir ekiple, çok iyi öğretmen ve idareci arkadaşlarla çalıştım. Her zaman Vakfın desteğini aldım, özellikle ilk yıllarda gerçekten ne yaparsam çok desteklediler. Vakfın desteği olmasaydı ilerleyemezdik. SEV isim olarak çok iyi bir noktaya geldi. İlk zamanlar herkes bize “Amerikan’ın ilkokulu” diyordu. Bu söyleminin faydasını çok gördük, yoksa kim yeni açılmış bir okula ilgi gösterirdi? Zaman içinde bu “Amerikan’ın ilkokulu” kimliğini terk edip kendimize özgü bir kimlik yaratmayı hedef edindik. Tabii ki liselerle aynı eğitim felsefesine sahiptik, ama yaş gereği ayrılıklarımızın olması gerekliydi, bazı şeyler yaşa uygun olmalıydı. Belli bir süre içinde SEV kendi kimliğini edinmeye başladı. Benim, ekiple ve kendimle gurur duyduğum şeylerden biri bu oldu. Yani artık SEV olarak gelmeye başlamışlardı veliler.
Robert Kolejde Esin Hoyi (UAA’58), Güler Erdur (ACI’70) ve sizinle birlikte üç kuşaktır Amerikan kolejlerinden mezun Türk Müdürler görev yapıyor. Bu bir gelenek mi oldu size göre?
Robert'li mezunlarımıza da diyorum zaten, artık sıra sizde, okulunuza dönüp bayrağı Robert’liler olarak devralın… Bizden bu kadar (gülüyor)... Esin Hanım ve Güler Hanım’dan sonra benim gelmem peş peşe oldu gerçekten. Robert’e gelmem de ilginç bir hikâye. Güler Hanım bir yıl sonra emekli olacakken Robert Kolej, Türk Müdür arayışına başlamış. Güler Hanım’ın emekli olacağını biliyordum. Üsküdar SEV'in Kurucu Müdürü’yken birlikte çalıştığımız, sonra SEV Eğitim Koordinatörümüz olan Dilek Yakar’ın eşi Cyrus, Robert Kolejdeydi, başvuruların yapıldığından bahsetti. Yani tesadüfen hem de bir hafta kala ondan öğrendim. Ama maceranın başıydı bu. 18 yılın sonunda benim Vakfa büyük bir bağlılığım vardı, her zaman benim için özel kalacak zaten. Onlardan onay almadan, haber vermeden başvuramam dedim. O dönem Başkan olan Ceyda Aydede’ye (ACI’73) başvurunun bitimine bir gün kala ulaşabildim. Konuyu anlattım. O da “çok üzülürüz” dedi, esprili şekilde “umarım olmaz, ama arzu ediyorsan başvur tabii” dedi. Sonra Güler Hanım’ı arayarak haber vermek istedim. Hem büyüğüm hem de onun yerine başvuracağım. Güler Hanım ile konuşurken “Başvurular bitti, üç tane aday var onlarla da görüşmeler başladı bile” dedi. Ben çok ama çok üzüldüm. Yine de başvurumu yolladım. İki üç gün sonra beni aradılar, dördüncü aday olarak listeye eklediler. Mülakatlardan sonra da görev bana teklif edildi. Bu da İzmir SEV Müdürlüğü gibi maceralı oldu.
Artık Robert Kolejde sekizinci yıla başladınız, hayatınızda neler değişti, neler yaşadınız?
Kurumumu gerçekten çok seviyordum; orası evimdi, yuvamdı (hâlâ da öyle) ama artık 50 yaşındaydım. Hep İzmir’de okudum, çalıştım, yaşadım; yaşamımda gerçekleştirmem gereken bir deneyim olacaktı. Başka okul olsaydı gelir miydim İstanbul’a, gelmezdim. Daha önce birkaç okuldan da teklif gelmişti, hiç niyetlenmedim. Robert Kolej olmasının etkisi var tabii, ama ana sebebi, bunu denemek istememdi. Burada olmaktan çok memnunum. Robert çok özel bir okul, ama SEV’deki 18 yılın yeri apayrı tabii. Bir okulun kurucu müdürü olmak, en başından bu gelişimi el birliğiyle yapmak çok heyecan vericiydi; çok yaratıcı ve girişimciydik, her şeyi günü güne takip ediyorduk. Bu büyük bir keyifti ve hayatımda onun yerini tutacak bir dönem daha olamaz. Robert Kolej ise oturmuş bir sistem. Bizim liselerimiz gibi... İlk yıl zorlandım, o kadar canım ciğerim yeri bırakıp gelmek kolay değildi. Öğretmenler dostum, idareciler arkadaşım, Vakıfta sevgili Mütevellilerim... Yani kaç yaşında olursanız olun bir adaptasyon süreciniz var, bir yer edinmeniz gerekiyor. Şimdi yerimi edindim diye düşünüyorum. Yani pozisyonumu kendime göre şekillendirdim, sorumluluklarımı düzenledim. Bir üretime, okul hayatına dahil olmazsam benim için çalışmanın bir anlamı yok. Ben masa değil, saha insanıyım... Robert Kolej, uzun yıllar alıştığım, içinde okuduğum Amerikan Kolejinin, çalıştığım kurumun bir uzantısı oldu benim için. Kuruluş felsefeleri, tarzları da benzer bu okulların. Çok ortak noktaları var ve bu nedenle adaptasyonum daha kolay oldu. Ayrıca Robert gibi okulların öğrenci kaygısı yok. Öğrenci kaygısı olmadan çalışmak kadar büyük bir lüks yokmuş hayatta. SEV’de ben madalyonun öteki tarafındaydım, biz liselere öğrenci göndermeye çalışıyorduk. Akademik başarı, sınavlar, denemeler zorlu bir süreç vardı... Robert’te “gönderdiğimiz öğrenciler” değil, “bize gelen öğrenciler” kısmına geçmek büyük bir rahatlıktı. Tabii bu rahatlık Robert kadar, UAA, ACI ve TAC için de geçerli... Böyle bir konumda olmak, okulları daha fazla istediğini yapabilir konuma getiriyor. Bu kıymetli bir değer okullarımız adına.
ACI'ın hayatınızdaki yeri nedir? İzmir SEV’deki, Vakıftaki arkadaşlarınıza neler söylemek istersiniz?
İzmir Amerikan, hayatımın çok ortasında ve temelimi şekillendiren bir okul; öz güvenimi geliştiren bir yer oldu. Bir şeyi yaparım, yapabilirim duygusuyla yetiştirildik orada. Bu çok kıymetli bir duyguymuş. Benim yaşamımda inişlerim çıkışlarım oldu; ama iki çocuğumla birlikte her seferinde yola devam edebildim. Buradan aldığım güçle bunları yapabildim. Kariyerimde de okulun çok önemli bir yeri var. ACI’lı olmam, İngilizce’yi bilmem, bana birçok kapıyı açtı, SEV’e Okul Müdürü yaptı. Bunlar çok kıymetli tabii, ama bir o kadar kıymetli olan çok iyi arkadaşlıklarımız oldu, kardeşten öte... Paranın yerine bir şeyler konulabilir, telafi edilebilir. Ama dostluğun değeri ölçülemiyor, oradaki gerçek dostluklar ilaç gibi geliyor hayatta. İki oğlum da ACI mezunu ve bazen onlar bu bağı bizim kadar derin yaşamıyorlar. Onlarla aynı yerde değiliz bu noktada sanıyorum. Büyük ihtimal kuşakların farklılığı. İzmir SEV ise tüm ekibiyle çok özel bir kurumdur, çok özel bir okuldur benim için. Orada devam eden veya ayrılmış tüm öğretmen ve ekip arkadaşlarıma gönül dolusu teşekkürlerimi ve selamlarımı iletiyorum. Bir başarı olduysa hep birlikte başardık. Şimdi SEV’den çıkan birçok öğretmen ve idareci başka okullarda müdür ve yönetici oldu. Orası bir eğitim enstitüsü gibi oldu. Yenilikleri keşfettiğimiz, denediğimiz… Hepsini arkadaşlarımın gücüyle, ekip olarak yaptık, onlara çok minnettarım. Vakfa ise beni geliştirdikleri, bana güvendikleri için ve çocuklarımı okuttukları için çok minnettarım, müteşekkirim… Benim için her zaman çok kıymetli bir kurum olarak kalacak.