Oyuncu Halim Ercan, pandemi nedeniyle kültür ve sanat camiasının yaşadığı sorunlara bir nebze olsun derman olabilmek amacıyla Sahneport’u hayata geçirdi. Türkiye’nin ilk dijital kültür sanat merkezi olan bu platform, tiyatrodan konsere, sinema filmlerinden sergilere kadar birçok etkinliği sanal ortama taşıyor.
Son bir yıldır pandemi nedeniyle yaşadıklarımız, aşinası olduğumuz o eski günlere dönüşün imkânsız değilse bile, çok zor olduğunun bir kanıtı adeta. Eğitimden sağlığa, sosyal etkinliklerden iş yapış biçimlerine kadar birçok şey değişti ve değişiyor. Kültür sanat camiası da salgının olumsuz etkilerinin derinden hissedildiği alanlardan biri. Tiyatro ve sinema oyuncusu Halim Ercan, bu olumsuz etkiyi teknolojinin sunduğu imkânlarla olumluya çevirmek için uğraş veriyor. Türkiye’nin ilk dijital kültür sanat merkezi olan Sahneport, işte bu çabanın sonucu olarak doğan bir platform. Ercan, kültür sanat etkinliklerinin Sahneport aracılığıyla ülke sınırlarıyla kısıtlı kalmayacağına, dahası ekonomiye katkı sunacağına inanıyor.
Halim Bey, isterseniz mezunlarımıza sizi kısaca tanıtarak, tiyatroya gönül verme hikâyenizden başlayalım mı?
Öncelikle tekrar sizlerle birlikte olduğum için çok mutluyum. Kısaca kendimi tanıtacak olursam; 1981 yılında İzmir’de doğdum. 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Oyunculuk Ana Sanat Dalını birincilikle kazandım. 2003’te mezun olup yüksek lisansımı da aynı üniversitede yaptım. Tiyatroya gönül verme hikâyemse anaokuluna kadar dayanıyor. Anaokulu karnemde “olayları dramatize etmede başarılı” diye öğretmenimin yazdığı notun, belki de pek çok şeyin, daha 5-6 yaşındayken benim yolumu belirlediğini söyleyebilirim. Tabii ki, en önemli etmen, ACI’da her sene içinde bulunduğum Türkçe Drama Kulübü olsa gerek. 23 Şubat 1995’te, ilk kez bir Assembly saatinde Çehov’un “Düğün” adlı oyunuyla sahneye çıktım ve amatör ruhla profesyonel olarak tiyatro yapmaya başladığım o günü kendime milat olarak aldım. Arkasından 1998’de yine Türkçe Drama Kulübü’yle sergilediğimiz Bertolt Brecht’in “Sezuan’ın İyi İnsanı” oyunu ve yine aynı yıl İstanbul’a yaptığımız üniversite gezisinde Mimar Sinan Üniversitesi Tiyatro Bölümü ziyaretinde büyük usta, rahmetli Müşfik Kenter’in dersine katılmamız, benim kesin olarak oyuncu olma kararı verdiğim seneydi. Tüm bunları düşününce, ACI’ın tiyatroya gönül vermemde benim için çok belirleyici olduğunu söylemem yanlış olmaz.
Sahnede geçen 17 yıl... Şimdi geriye baktığınızda sizce kilometre taşı diyebileceğiniz, en keyif aldığınız işler hangileri olmuştur?
Evet doğru, profesyonel olarak ilk oyunum, yüksek lisansımın ilk senesinde Hollandalı bir ekip olan Rast Theater ile yolumun kesiştiği “Gülün Öpüşü” oyunuyla oldu. Ama 2001-2002 senesinde ACI’a geri dönüp Lise Türkçe Tiyatro Kulübünü ve Lise 1 Seçmeli Drama sınıfını çalıştırmam, aslında ilk profesyonel işim diyebilirim. Tam da “Enter to Learn, Depart to Serve” öğretisine denk gelecek şekilde, okuluma geri dönüp hem ilk profesyonel paramı kazandım hem de beni ben yapan okuluma da katkıda bulundum. O sene yaptığımız Güngör Dilmen’e ait “Midas’ın Kulakları” ve Aziz Nesin’in “Fırçacılarla Boyacıların Savaşı” oyunları oldukça ses getirmişti ve işimizi layıkıyla yapmanın verdiği haklı gururu yaşatmıştı bana okulum. İstanbul dönemi ise yine 2004 Eylül’ünde başlayan “Haziran Gecesi” dizisiyle oldu. Dediğiniz gibi pek çok tiyatro oyunu, pek çok dizi, sinema filmi ve dünyanın ilk sinematik mobil oyununu sığdırma şansım oldu bu 17 yıla. Geriye dönüp baktığımda, içinde bulunduğum her iş gerçekten benim bebeğim gibiydi. Sonuçta ortada yazılı bir edebiyat eseri veya metin var, ama oradaki karaktere ruh katmak bu işin püf noktası ve sıfırdan oyuncu tarafından yaratılan bir karakteri bebek gibi büyütmek beslemek gerekiyor. Ama benim için öne çıkanları “Sezuan’ın İyi İnsanı”, ilk profesyonel oyunculuk deneyimim olan “Gülün Öpüşü”, ilk dizim “Haziran Gecesi”, ilk sinema filmim “Gomeda”, sırf Reha Erdem ile çalışmak için ufak da olsa içinde bulunduğum “Hayat Var”, 2008’de kendi kurduğum Kırmızı Tiyatro ile yaptığım “Kırmızı”, 2011’den 2019’a kadar sürekli kapalı gişe oynadığımız Zülfü Livaneli’nin romanından uyarlanan “Leyla’nın Evi”, 2. yönetmenliğini ve proje koordinasyonunu yaptığım “Süper İyi Günler” ve pandemi öncesi birlikte çalışmaya başladığımız Tuba Ünsal’ın yapımcısı olduğu Sabahatin Ali’nin ölümsüz eseri “Kürk Mantolu Madonna” oyununun proje direktörlüğünü sayabilirim. 17 yıl diyoruz, ama az önce de bahsettiğim gibi miladımı 1995 yılındaki “Düğün” oyununu aldığım için, aslında sahnede amatör ve profesyonel olarak 26 yıl geçmiş bir solukta.
Bugünlere gelirsek sanatçı olarak sahne, sinema veya dizi dünyasında son çalışmalarınız nelerdir? Tabii pandeminin sahne dünyasına etkilerini de soralım aynı zamanda?
Sinema ve dizi konusunda eskisinden çok daha seçiciyim açıkçası. Hem dizi sektörünün geldiği ve artık sektörün bile “yerli dizi yersiz uzun” diyerek isyan ettiği bir dünyada, gerçekten çok seçici olmak gerekiyor. O yüzden içinde olmaktan mutlu olacağım, kendimi iyi hissedeceğim projelerle ilgileniyorum. Sürekli bir görüşme içindeyiz, ama 2019’da ATV’de yayınlanan “Canevim” dizisinden beri biraz sabrederek beklemeyi seçtim. Sahne konusuna gelirsek; orası tam bir kanayan yara… Şu an ne yazık ki, pandemiden kaynaklı olarak tiyatro için sadece proje üretip, zamanı gelince uygulamaya geçmek için bekliyorum. Malum her sektör gibi biz tiyatrocuları da derinden etkiledi bu süreç. Pandeminin getirdiği kapanmalardan kaynaklı olarak, ilk etapta 2020 Haziran’a kadar olan 15’e yakın oyunumuz iptal oldu. Arkasından da sınırlı kapasiteyle açılan salonlarda “Kürk Mantolu Madonna” gibi büyük bir prodüksiyonun sergilenmesi, kapasite sorununa takıldı ve yaklaşık bir yıldır perde açamadık. 25 kişilik bir ekip, bir yıldır mesleğinden para kazanamıyor diyeyim, büyük resimdeki etkisini siz düşünün. Pek çok salon yeterli destekler verilmediği için kapanma noktasında, pek çok tiyatro ve tiyatrocu üretemedikleri, perde açamadıkları için ciddi bunalımda. Sonuçta bizler gerçekten sahneye çıkınca yaşadığını hisseden insanlarız ve bir yılı aşkın süredir nefes alamıyoruz…
Sizin Sahneport adıyla bir dijital sahnenin kurucusu olduğunuzu öğrendik. Dijital sahne kavramı ve Sahneport.com nedir; nasıl ortaya çıktı ve şu an izleyiciler nelere ulaşabiliyor?
Pandemi hepimizin alışkanlıklarını ve yaşam biçimini hiç ummadığımız şekilde silkeledi. İş modelleri, yaşam tarzlarımız değişti… Zaten yaşamakta olduğumuz dijital dönüşüm vites yükseltip hayatımızın iyice merkezine oturdu ve artık hiçbir yere gitmeyecek gibi görünüyor. Hatta bizler bile teknolojiyi içinde olmamıza rağmen sürekli takip edip, kendimizi geliştirmek zorundayız artık. Öyle bir kuşak geliyor ki, bizler teknolojiyle büyürken, onlar içine doğdular. Sahneport projesi de tam da bu dinamiklerden hareketle kuruldu. Aralık (2020) ayı başında çalışmaya başladık ve çok hızlı bir organizasyonla Mart ayında “Türkiye’nin Dijital Sahnesi” marka söylemiyle, www.sahneport.com platformumuzu seyirciyle buluşturduk ve Türkiye’nin ilk dijital kültür sanat merkezi olduk. Temel amaç, fiziki bir kültür sanat merkezinin yaptığı her şeyi dijitale taşımak. Tiyatrodan ve konserden tutun sergiye ve müzeye, sinema filmlerinden galalara webinarlara kadar, pek çok şeyi bünyesinde barındıracak bir dijital sahne yarattık. Sanatseverler, video on demand yöntemiyle, platformdaki tüm sanat eserlerine kullanıcı dostu bir arayüzle, tek tıkla, istediği yerden ve istediği zamanda ulaşabilecek. Ortağım ve kültür sanat pazarlaması alanında 10 yıla yakın deneyimi olan, Uniq İstanbul’un da eski Pazarlama ve Satış Direktörü Eda Kendirli ile çok kısa zamanda gerçekten çok hızlı ve doğru hareket edip, ilk etapta Türkiye’nin önde gelen tiyatro kurumlarıyla anlaştık; hemen arkasından da The Badau ve Nardis Jazz Club gibi Türkiye’nin en önemli iki caz kulübüyle işbirliği yaparak caz konserleri serisine başladık. Röportajı yaptığımız bugünlerdeyse 3D sanal müzemiz ve sergi salonumuz üzerinde çalışıyoruz. ACI’lıların yakından tanıdığı, pek çoğumuzun mezuniyet fotoğraflarını çeken Aykut Uslutekin de 42 yıldır çektiği caz fotoğraflarıyla ilk sergilerden birisini açacak Sahneport’ta.
Tiyatro-seyirci-mekân ilişkisi bağlamında, geleneksel tiyatroda bugün nasıl bir değişim içinde olduğumuzu, Sahneport’un bu değişim içinde nasıl bir görev üstleneceğini öğrenebilir miyiz?
Aslında pandemi bittikten sonra bir değişim olmayacak, her şey işleyiş olarak eskiye dönecek ki bunu da en çok ben istiyorum, çünkü bu eski işleyişi biz farklı bir noktaya taşıyacağız Sahneport olarak. Fiziken yapılan bir tiyatro oyunu, konser, artık sadece yapıldığı il ve salondaki seyircisine ulaşmayacak; livestream yoluyla tüm Türkiye’ye, hatta dünyaya bu etkinliği dijital olarak yayınlayabileceğiz. Nasıl West End, Broadway gibi kültürel kavramlar hayatımızdaysa, artık bizlerin de kültür sanatımızı başka ülkelere göstermemiz ve bir bacasız endüstriye dönmemiz gerekiyor sektör olarak. Bu yöntemlerimiz, bizim sadece pandemi çözümü olmayıp, ilerleyen zamanda da sanatçı ve sanat kurumlarına ekstra bilet, sponsor ve işbirliği gelirleri de yaratacak bir platform olduğumuzun en büyük kanıtı.
Sanatçı ve girişimci, sanki hep birbirine uzak iki kavram gibi algılanıyor… Gerçek bir tiyatro sahnesi kurmakla dijital sahne kurmak açısından baktığınızda neler söylemek istersiniz?
Aslında girişimci olmak tamamen oyunculuğun doğasında olan bir şey. Bir oyunu yönetirken, yapımcılığını yaparken veya karakteri yaratırken, sürekli yeni fikirler üretmeniz ve bunları uygulamanız gerekiyor. Bu da bence girişimcilik ruhundan çok da farklı değil. Nasıl bir girişimci yaptığı işi kanıtlamak için elindeki enstrümanları doğru kullanıyorsa, aslında bir oyuncu da işini en iyi şekilde yapabilmek için aynı amaç uğruna farklı enstrümanlar kullanıyor. Tabii ki, gerçek bir sahne kurmakla aynı şey değil dijital bir sahne kurmak. Öncelikle fiziki bir mekânın işletilmesi, doğru kurgulanması ve maliyeti dijital bir sahneden çok farklı. Ama dijital bir sahnedeki en büyük mücadelemiz, işbirliği yaptığımız her kurumu ikna etme noktasındaydı; çünkü daha önce bir örneği yoktu. Buradaki engeli de ortağımla birlikte yıllar boyunca kurduğumuz doğru ve güvenilir ilişkilerimiz sayesinde aştık. Belki fiziki bir sahne açsak bu kadar çaba sarf etmeden yapabileceğimiz işleri, ekstra bir efor ve heyecanla karşımızdaki kurumlara aktararak başardık. Yolumuzun çok uzun olduğunun ve başlangıçtaki başarımızın devamı için çok daha fazla çalışmamız gerektiğinin de sonuna kadar bilincindeyiz.
Son olarak, ACI 1999 mezunları olarak sınıf bursu düzenlediğinizi duyduk. Siz de sanıyoruz sınıf temsilciliğini yapıyorsunuz. Sınıf bursu fikri nasıl doğdu? Sizce bağış ve bursların ACI için önemi nedir, mezunlara neler söylemek istersiniz?
Öncelikle şuradan başlayayım; bağları sıkı olmayan bir ACI dönemi olduğunu hiç sanmıyorum. Yaşam şartları bizleri fiziken ayırabilir, ama 11-12 yaşında başlayan bu bağ, bizim dönem için 29 seneyi doldurdu. Arada okul müdürümüz Didem Hanım’la yaptığımız konuşmalardan birisinde bana söylediği şey çok doğruydu: “Mezun olunca yeni bir hayat için herkes yelken açıyor, kendini arıyor, kariyer hedeflerinin peşine düşüyor ve ne zaman bu süreçlerin oturmaya başladığını görüyor -bu da genelde 15’li-20’li mezuniyet yıllarına denk geliyor- o zaman anlıyor ki, en büyük bağı ACI bağı ve uzaklaşmış olsa bile geri dönüp sımsıkı sarılıyor ACI Ailesine.” Bu tespite katılmamak elde değil. Burs fikrinin temelindeyse, 2001 yılı Mart ayında elim bir trafik kazası sonucu çok erken kaybettiğimiz, canımız Bekir Doğu var. Sadece ACI’99’luların değil, tüm okulun çok sevdiği Bekir’imiz, bu organizasyonun temel çıkış noktası oldu. Bu yüzden, iki yıldır büyük bir azimle yürüttüğümüz bir organizasyon, “ACI’99 Bekir Doğu Bursu.” Onun anısının yaşaması, bizler için çok değerli. Çok inandığım bir sözdür: “Bir insan, adı son kez söylendiğinde gerçekten ölür.” Bizler de onu ölümsüz kılabileceğimiz her konuda adını anmaya devam edeceğiz. Teknik açıdan kâğıt üzerinde sınıf temsilcisi olarak benim adım var, ama bu organizasyonu Azra Erözler Oğuzhan, Başak Başoğlu, Berna Hepağır Çam, Derin Elagöz, Gül Çorbacıoğlu, Nesteren Kesen Nalbantoğlu, Nitsa Çukurel Kapancıoğulları ve Özüm İlter Demirci’nin de bulunduğu dokuz kişilik bir ekiple yapıyoruz. Her yıl Nisan ayından Haziran sonuna kadar, sorumlu olduğumuz dönemdaşlarımızı arayıp bilgilendiriyoruz ve ödemelerin takibini yapıyoruz. Bu yöntemimiz ne mutlu bize ki, iki yıldır çok güzel çalışıyor. Benim açımdan, SEV ve okulların yetişenler dernekleri aracılığıyla yürütülen tüm burslar çok değerli ve anlamlı. Bizler şanslıydık ve Türkiye’nin en iyi okullarında okuduk. Çok başarılı ve insanlığa katkısı olacağı aşikâr bir gencin, sırf maddi imkânsızlıktan dolayı bu şansa erişmemesi bence çok üzücü bir durum. Bu burs aracılığıyla, en azından eğitimde fırsat eşitliğini bir nebze de olsa sağlayabiliyorsak, ne mutlu katkıda bulunan herkese. Bu yüzden, az veya çok demeden tüm dönemlerin elinden geldiğince, olmuyorsa bireysel olarak bir gencin geleceğine katkıda bulunmasını çok değerli buluyorum.