İnsan, insanım diyorsa bir şey yapmalı!
Dönüyorsa bu dünya hâlâ, eşitsizlikleri, yoksulluğu, yoksunluğu gidermek isteyenlerin çabalarıyla dönüyor. Nefise Bazoğlu da hayatının önemli bölümünü, yerkürenin herkes için daha yaşanılabilir bir yer olması için gayret göstermiş bir isim. Bazoğlu’nun, başta toplumsal, cinsel, ekonomik olmak üzere tüm eşitsizliklerin ortadan kalkması için bir de çağrısı var: “Seçkin beyinlerin elini taşın altına koyması.”
Bu başlık, bu toprakların en önemli müzik gruplarından Moğollar’ın “Bi'şey Yapmalı” şarkısından ödünç alındı. Kendisiyle yaptığımız söyleşiden anlaşılıyor ki, Nefise Bazoğlu da daha yaşanılır bir dünya için “bi'şey yapanlar” listesinde yer alıyor ve bu başlık kendisini çok iyi tanımlıyor. Üsküdar Amerikan Lisesinin ardından Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümünü tamamlayan Bazoğlu, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsünde, bir yandan demografi üzerine yüksek lisansını yaparken diğer yandan da aynı üniversitenin hane halkı araştırmalarının içinde yer almış. Ardından ODTÜ’nün Şehircilik Bölümüne öğretim görevlisi olarak gelmiş. Doktora sonrası çalışmaları için University of California, Los Angeles (UCLA) School of Architecture and Urban Planning'de, şehir ve toplum hareketleri alanında incelemelerde bulunmuş. Döndükten sonraysa Türkiye’deki programını genişleten UNICEF’e ulusal memur olarak girmiş ve böylece 23 yıl devam eden Birleşmiş Milletler kariyerinin ilk adımını atmış. Ardından, kendi ifadesiyle “dünyaya açılarak”, Amman, Cenevre ve Nairobi’de UNICEF, UNAIDS ve UN -Habitat kuruluşlarında on beş yıl uzmanlık ve yöneticilik yapmış… Başlığa geri dönersek, tıpkı Moğollar’ın şarkı sözünde olduğu gibi Nefise Bazoğlu da, insanım diyen ve daha eşit, daha özgür ve daha hakkaniyetli bir dünya için elini taşın altına koymaktan çekinmeyen bir insan. Böyle bir dünyayı yaratabilmenin yollarını, sorularımıza verdiği yanıtlarla anlatıyor.
Geriye dönüp baktığınızda, UAA’nın eğitime verdiği önem, öğrenciler arasındaki ilişkiler hakkında ne dersiniz?
Kendi açımdan geriye baktığımda, itiraf etmeliyim ki, haftada üç saat ayırdığımız Ev Ekonomisi dersleri yerine, Fransızca öğrenmeyi tercih ederdim. Ancak, şunu söylemeden geçersem haksızlık olur: Şimdi bizlere karikatür gibi gelen bu dersin müfredatta yer alması, eğitime daha az önem verildiği anlamına gelmiyordu. Sadece, eğitimin vurgusu şimdikinden farklıydı. Bizim zamanımızda yedi yıllık eğitim sonucunda, akıllı bir kız çocuğuna kadın olduğunda biçilen ana akım rol; ideal, kültürlü bir ev kadını olmasıydı. Şimdi ise meslek insanı, bilim insanı, dünya vatandaşı. Ancak, analitik düşünce yeteneği, yaratıcılığa özendirme ve eleştirel yaklaşım o zamanlar da eğitimin öncelikleriydi. Unutmayın, okulumuz, verildiği kadarıyla matematiğin, fen bilimlerinin, edebiyatın, sosyal bilimlerin, sanat tarihinin, felsefenin, beşerî bilimlerin en iyisini, en iyi hocalar tarafından sunmaktan geri kalmazdı. Ders dışı kitap okumak, kulüp faaliyetlerinde aktif olmak o zamanlar, belki de daha güçlüydü. O yıllarda henüz fen bölümü olmadığı hâlde, isteyen mezunlar, ek bir gayret, dershane, test çözme gibi yıpratıcı süreçlerden geçmeden istedikleri üniversiteye girebilirlerdi. Öğrenciler arası ilişkiler arkadaşlıktan çok, kız kardeşlik gibiydi. Yatılı olarak girdiğim, onlarca yaşıtımın aynı çatı altında bulunduğu okul, benim için evden daha eğlenceliydi. Sorumluluk almak ve kendi ayağımızın üzerinde durmayı öğretmek için sadece hocalar değil, aynı zamanda Senior Abla’lar seferber olurlardı. Örneğin, on yaşına kadar elime almadığım ütüyle nasıl çarşaf ütüleyeceğimi, bana Ablam öğretmişti. Başımız sıkıştığında ilk onlara koşardık. İlişkilerimizin ayrılmaz bir parçası olan oyun, bahçede, yatakhanede bile devam ederdi. Zorbalık ve kibir bizden uzaktı. Korunmuş ve kurallı bir ortam içinde olduğumuz için, aramızda çekişme yok denecek kadar azdı. Başka okullardaki erkek öğrencilerle temasımız, ancak, tiyatro, folklor etkinlikleriyle kısıtlı olurdu. Tek cinsiyetli eğitimin kişilik gelişimi için son derece kısıtlayıcı olduğunu yadsıyamam. Tersine, karma öğretim ortamının da bugünün öğrencileri için büyük bir fırsat olduğu tartışmasız bir gerçek.
UNICEF gibi UN-Habitat gibi, dünyanın daha iyi bir yer olması için gayret sarf eden kuruluşlarda çalıştınız. O yıllarda yolunuzun bu kurumlarla kesişmesine vesile olan daha iyi bir dünya tanımlamanız neydi?
Bu sorunun yanıtını bir tek sözcükle verebilirim, sosyalizm. Orijinal tarifinde sosyalizm, herkesin emeğine göre ödüllendirildiği, ekonomik zenginliklerin işçi sınıfı sömürüsüne dayanmadığı eşitlikçi bir toplum düzeni. Günümüzde kapitalizm hızla evrimleştiğinden, sosyalizmin tanımının da evrim geçirmesi kaçınılmaz oldu. Sınıf ayrışmaları keskin çizgilerle kendini göstermek yerine, ırk, cinsiyet, yaş, etnik köken, göçmenlik, cinsel tercih gibi başka kriterlere göre beliren yeni ayrışmalarla kesişti. Orta sınıfa ait olmak, üniversiteyi bitirmek bir noktaya kadar gelir dağılımını etkilemeye devam etse de dijital okuryazarlık, finansal okuryazarlık başlı başına bir ayrım konusu oldu. Kişisel olarak beni çocukluktan beri huzursuz eden şey adaletsiz gelir dağılımı idi. Bir yandan ayrıcalıklı azınlık, öte yandan geçim sıkıntısı çeken çoğunluk. Kaynakların hakça dağıtımı için toplumun politize olması, hak araması gerekmekteydi. Oysa 1980’ler, Türkiye’de herkesin elini kolunu bağlayan karanlık dönemlerdi. Kendi memleketimde olamasa da dünyada bir şeyler yapabilirim diye düşündüm. Elbette, Birleşmiş Milletlerin (BM) sosyalizmi amaçladığı söylenemez. Ancak, insan hakları global çerçevesini ilk tanımlamış; bilim ışığında sürdürülebilirlik hedeflerini formüle etmiş ve milletlere hesap verme sorumluluğu veren paradigmayı oluşturmuştur. Peki, işliyor mu? Hâlâ çok yetersiz. Ancak, üye devletler üzerinde baskı unsuru olabiliyor.
Açlık, kent yoksulluğu, gecekondulaşma, arazi kullanım güvenliği. Bunlar, üzerinde çalıştığınız konulardan birkaçı. Deneyiminize istinaden sormak isteriz: Bu sorunların çözümünün önündeki en büyük engel nedir size göre?
Bırakalım bu sorunun cevabını Dante versin: Açgözlülük. Yeni terminolojiyle, tüketim çılgınlığı dediğimiz bu engel, kentteki sorunları daha da keskinleştirmekte. Artık herkesin tanıdığı ve sayıları bir elin parmağını geçmeyen dünya zenginleri ve yerli oligarkların vergiden kaçma eğilimi, hükûmet bütçelerinden BM’ye verilmesi gereken yüzde 1’lik katkıyı azaltmakta, yoksulların yaşamını iyileştirmek amaçlı programlara ayrılması gereken uluslararası kaynak hızla kurumakta. Öte yandan Çin, Hindistan, Türkiye, hatta Nijerya gibi ülkelerde türeyen yeni orta sınıfların şatafat ve lüks açlığı, kentlerin yayılmasını, eskiden gecekonduların ya da teneke evlerin bulunduğu mahallelerde yaşayan kesimin kitle hâlinde yerlerinden edilmesi başka bir engel. Yine, kâra doymayan silah sanayi sayesinde bitmek bilmeyen yeni yeni çatışmalar, savaşlar ve iklim değişikliği nedeniyle kuraklıktan kaçan göçmenlerin kentlerde yığılıp yoksulluğun derin hâlini yaşamalarından söz edebiliriz. Son olarak, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada, kentteki yoksulların kendilerini yakından ilgilendiren politik kararların alınmasına katılmaları için gerekli örgütlenme düzeyinin olmayışı en büyük engellerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bir süre Afrika’da bulunmuşsunuz. Orada bulunma nedeninizi ve izlenimlerinizi paylaşabilir misiniz?
Eğer dünyanın kalkınmasında, yoksullukla baş edilmesinde bir katkınız olsun istiyorsanız, en anlamlı adım Afrika’da çalışmaktır. Ben de Nairobi’de, UN-Habitat Genel Merkezinde sekiz yıl yönetici olarak çalıştım. Coğrafi olarak sadece Afrika değil, bütün üye devletlerin, kent kalkınmasında nasıl performans gösterdiklerini izleyen ve değerlendiren global sistemi kurdum. Bu sayede, kentlerdeki gecekondu ya da teneke evlerde yaşayanların (slum dwellers) sayısını ölçmeye başladık. Gerçek sayıların, hükümetlerin beyan ettiklerinden çok daha fazla olduğunu gün yüzüne çıkardık. Örneğin Nairobi ‘slum’ mahallelerinde yaşayanların oranı yüzde 70 iken, istatistik kurumunun beyanı yüzde 25 idi. Benim sık sık gittiğim ‘slum’ mahallelerinde 250 haneye bir tuvalet düşüyordu. Bu yüzden, özelikle kadınlar, tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için plastik torba kullanıyor; sonra da torbayı var güçleriyle uzağa fırlatıyorlardı. Adına “flying toilets” denilen bu fenomen, literatüre geçmiştir. Anlattıklarım kulağa korkunç gelebilir; ancak, insanlar bu koşullarla o kadar ustaca baş ediyorlardı ki, o kulübelerin içinden gayet temiz pak giyimli, saçları heykelsi tasarımlarla örülü olarak güne başlarlardı. Sokaklarda cıvıl cıvıl bir hareketlilik vardı. Açıkçası ben, buraları, şık fakat durgun mahallelerden daha eğlenceli bulurdum. Afrika’ya açık bir anlayışla bakmak lazım. Örneğin Batı’nın, Afrika’yı zavallı bir nüfusu barındıran distopik bir dünya olarak yansıtması, en hafifinden, yanlı bir tutum. Keza, Çin’in Afrika’ya sadece dev bir maden yatağı gibi yaklaşması da meşruluktan uzak. Oysa, Afrika’nın en büyük zenginliği insanı. Beşikten başlayarak bir ya da iki kabile diliyle iletişim kurabilen çocuklar, okulda Swahili ve İngilizceye mükemmel ölçüde hâkim olurlar. Topluluk önünde konuşma ve müzakere konularında birçok kültürden daha ileridedirler. Ortalama bir Kenyalının ciddi gazeteleri okumadan güne başlamadığını söyleyip, meziyetler listesini kapatalım.
UAA’dan aldığınız eğitimin, dünyaya entegrasyonunuzda ne gibi avantajlar sağladığını öğrenebilir miyiz?
Bize okulda farklı hamleler yapmaktan korkmamamız, orijinal şeyler denememiz, klişelerden kaçınmamız öğretildi. Böyle bir formasyonu içselleştirmişseniz, farklı ırklar, farklı sınıflar, farklı ortamlar sizi korkutmak yerine, tam tersine zevk verir. Ayrıca, UAA’daki sosyal hizmet faaliyetlerinin; Robert Kolej öğrencileriyle birlikte köylerde katıldığımız Çalışma Kamplarının, bizi, alışkın olduğumuz konfor ortamının dışındaki gerçekliklerle yüzleşmeye hazırladığını teslim etmem lazım.
Son olarak, tıpkı sizin gibi dünyayı daha iyi bir yer, burada yaşayan insanları ise daha mutlu kılma arzusu taşıyan milyonlarca gence vermek istediğiniz mesaj nedir?
Dünyayı daha yaşanabilir kılmayı arzulayan gençlere verebileceğim mesaj iki düzlemde: Birincisi, birey olarak kolları sıvamak; ikincisi, makro düzeyde politikaları etkilemek için örgütlenme. Birey olarak, ufkunuzu açmak ve kendi sosyal sınıfınız dışındaki insanları gerçekten anlayabilmek için ders dışı, roman, inceleme, felsefe, araştırma gibi çok sayıda kitap okumalarını ve kendi dar çevrelerinden çıkıp, gelir düzeyi düşük mahallelerde bir ya da birkaç gün geçirmelerini öneririm. Fark yaratmak isterlerse de insanlara, özellikle kadın ve çocukların hayatlarına dokunmaları gerek. İster sivil toplum aracılığıyla ister bireysel girişimle meslekleriyle ilgili gönüllü hizmet verebilirler. Örneğin, benim Mısırlı diş tabibi arkadaşım Majda’nın, hafta sonları Kahire’nin gecekondu mahallelerinde ücretsiz tedavi yaptığı gibi, herkes kendi uzmanlık alanında ya da hobisiyle ilgili faaliyetler yapabilir. Elle tutulur bir sonuç almazlarsa düş kırıklığı yaşamasınlar. İki farklı dünyaya ait insanlarının birbirleriyle sadece yakın temasta olmaları bile inanılmaz dönüştürücü olur. Daha önemlisi, bütün zorluklarına karşın, makro düzeyde politikaları şekillendirmek için de örgütlü mücadeleye katılmalarını öneririm. Siyasette ortalama aktörlerin hegemonyasını sarsmak için en seçkin beyinlerin artık ellerini taşın altına koyması gerek. Bundan kastım sadece siyasi partilere angaje olmak değil, sendikalar, meslek odaları, barolar veya diğer sivil topluluk aracılığıyla yasaları şekillendirebilirler.